AKSARAYLI ÂLİMLER VE BAZI EVLİYÂLAR
Giriş
Aksaray, tarih boyunca kültür ve ilim merkezi olan illerimizden biridir. Aynı zamanda önemli bir ticaret merkezi olan şehir, sırası ile Asur, Hitit, Kapadokya Krallığı ve Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girmiştir. 666’da İslam orduları tarafından fethedildi. Bir süre Bizans ve İslam hâkimiyeti arasında el değiştiren Aksaray, 1076’ta Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından Selçuklu topraklarına katıldı. 1318’de Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ile yöre Karamanoğulları’nın hâkimiyeti altına girdi. İlk defa 1398’de Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı topraklarına katılan şehir, on beşinci asırda kesin olarak Osmanlı yönetimi altına girdi. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethedince, Aksaray halkının bir bölümü İstanbul’a yerleşti ve bu yere Aksaray semti adı verildi.
Osmanlının son döneminde Aksaray’da, 121 mekteb-i ibtidâiye, 181 mescid, 70 medrese, 2 tekke ve 7 kilise bulunuyordu. XIV-XVI. asırda Osmanlılar döneminde Aksaray’da ipekli kumaşlar dokunup, hem dâhilde hem de hariçte satılarak tüketiliyordu.
Aksaray, Osmanlı Devleti zamanında Konya vilayeti Niğde sancağına bağlı kaza merkeziydi. 1924’te il merkezi yapılan Aksaray, 1933’te ilçe merkezi olarak Niğde’ye bağlandı. 15 Haziran 1989’da tekrar il merkezi haline getirildi[1].
1.Cemâleddîn Muhammed Aksarâyî
İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Fahreddîn Râzî, lakabı Cemâleddîn’dir. Aksaray’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Babası büyük İslâm âlimi Tefsîr-i Kebîr sahibi Fahreddîn-i Râzî’nin (rahmetullahi aleyh) torunlarından, vaiz Muhammed Efendi’dir. Fahreddîn-i Râzî’nin aile şeceresi hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer’e (r. anhüm) ulaşmaktadır.
Cemâleddîn Aksarâyî, babasından ve zamanının meşhur âlimlerinden ilim öğrendi. Büyük kelâm âlimi, mütehassıs Seyyid Şerîf Cürcânî de onun ilim ve feyzinden istifade için Anadolu’ya geldi. Fakat Aksaray’a gelmeden Cemâleddîn Aksarâyî hazretleri vefat etmişti. Bunun üzerine Seyyid Şerîf Cürcânî, Molla Fenârî ile birlikte Mısır’a gidip Ekmelüddîn Bâbertî’den ders aldı.
Bir ara Amasya kadılığı ve Dârü’l-ilm müderrisliği yaptı. 1366 yılında Amasya kazaskeri Pîr Nizâmeddîn’in vefatı üzerine yerine tayin edildi. Daha sonra o zaman Karamanoğullarının elinde bulunan Konya’ya gelip yerleşti. Karamanoğlu Halîl Beyzade Alâaddîn Bey, Cemâleddîn Aksarâyî’yi Konya kadılığına tayin etti. Karaman’da Alâaddîn Bey’in hanımı Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın kızı Melek Hâtun’un, Hâtuniye Medresesi için 1382 (787) yılı Rebîulevvel ayının ortalarında tanzim edilen vakfiyesinde; “Bu tespit ve tescili, kadıların, hâkimlerin ve valilerin en âdili, en büyüğü Konya şehri hâkimi (kadısı) Muhammed oğlu Mevlânâ Muhammed Cemâleddîn Muhammed yaptı. Allahü Teâlâ onun himaye ve yardımını bize ve bütün Müslümanlara kılsın” denilmekte, büyük âlim, milletin ve dinin süsü, kadıların, valilerin en âdili, zamanının büyüğü şeklinde methedilmektedir.
Konya kadılığından sonra, Aksaray’a gelen Cemâleddîn Aksarâyî, Zincirli-İncirli Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Evinden medreseye atla giderdi. Giderken at üzerinde ders verir, bu sebeple etrafını talebeler sarardı. Yürürken ders öğrenenlere Meşşâiyyûn (yürüyenler) denildi. İkinci kısım talebeler medresenin kapısında beklerler, orada ders alırlardı. Bunlara da Revâkıyyûn denildi. En üst seviyedeki asıl talebeleri medresenin içinde ders görürlerdi. Cemâleddîn Aksarâyî vefatına kadar Zincirli Medresesi’nde müderrislik yaptı ve çok talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı ve büyük âlimi Molla Fenârî hazretleridir.
Cemâleddîn-i Aksarâyî, 1388 (791) târihinde Aksaray’da vefat etti. Ervah kabristanındaki dergâhına defnedildi. Cemâleddîn Aksarâyî’nin türbesinin yanında Ervah kabristanında bir zaviyesi vardı. Kabristanın güneyindeki kapı civarında büyük hanlar ve kervansaraylar mevcuttu. Hacı namzetleri buradan uğurlanırdı. Aksaray, Osmanlı sınırları içine girdikten sonraki vakıf defterlerinde bu zaviyeden bahsedilmektedir.
Cemâleddîn Aksarâyî (r. aleyh) zaviyesini Karamanoğulları zamanında yaptırmış ve Karamanoğlu İbrâhim Bey de vakfının yürürlüğü hakkında berat vermiştir. Şimdi zaviye olmayıp, kabrin kıble tarafına kubbeli iki taş oda yapılmıştır.
Faziletli, kâmil, zühd ve takva sahibi, aklî ve şer’î ilimlere vâkıf olan Cemâleddîn Aksarâyî hazretleri, pek çok kitap yazıp şerhler yaptı. Eserlerinden bazıları şunlardır:
- Şerhu’l-Îzâh (Süleymaniye ktb., Damad İ;brahim Paşa Bölümü, 1020. Müellif hattı): Arapça bir eser olup, iki cilttir. Cemâleddîn Aksarâyî bunun hakkında; “Bu belagat ve meânî ilmi hakkında bir kitaptır” demektedir. 2. el-Îzâh: Meânî ve beyân ilmini anlatır. 3. Şerh-i Lübâb Keşfi’l-İ’râb, 4. Mecmûü’l-Bahreyn Hâşiyesi, 5. Mültekâ Hâşiyesi, 6. el-Gâyetü’l-Küsvâ Şerhi, 7. Beydâvî Tefsiri Hâşiyesi, 8. Hadîs-i Erbaîn (309b-318b vr. Millî Ktb. Yz. A 7983/2), 9. Kitâbu’l-Es’ile ve’l-Ecvibe (Beyazıt Ktb., B16096), 10. Şerh-i Müşkilâti’l-Kur’ân-ı Kerîm ve Şerh-i Müşkilâti’l-Hadîs, 11. Hallü’l-Muʻcez (148 y., 67 Saf 235): Tıp kitabı şerhidir. 12. Şerhu İnnellâhe Haleka Âdem (22a-28a vr. Millî Ktb. Yz A 8301/3), 13. Ahlâk-ı Cemâlî: Ahlâk ilmine dair bir eser olup, Sultan Yıldırım Bayezid Han’a hediye ettiği Osmanlı müelliflerinde bildirilmektedir. 14. er-Risâletu’l-Halvetiyye, 96b-102b vr. (45 Hk 2964/18), 15. Envâru’l-Kulûb, 95b-101b y. (19 Hk 556/16). Tasavvuf , 16. Şerhu’l-Beyteyn li-Mevlâna Celâleddîn, 1b-50b y. Arapça (05 Ba 873/1), 17. Şerhu Bostan, 152 y. (05 Ba 621), 18. Hâşiye ale’l-Keşşâf, 274 y. (45 Ak Ze 422), 19. Hâşiye alâ Şerhi Mecmai’l-Bahreyn, 93 y. (Milli Ktb. 55 Hk 798). Fıkıh, 20. Tekmiletü Bahri’l-ulûm li’s-Semerkandî, 295 y. Tefsir (34 Nk 275) [2].
Bu arada Gülcan Genç’in, (Muhammed Aksarayi, Teferrücü’l-Ümera (dil incelemesi-metin ve sözlük), İstanbul: İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Dili Bilim Dalı, 2012, XVII, 419 y.) tezi de hatırlatılmalıdır.
- Zenbilli Ali Efendi
İsmi, Ali bin Ahmed bin Cemâleddîn Muhammed’dir. Lakabı Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir. Evliyanın ve âlimlerin meşhurlarından olan Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesine nisbetle “Cemâlî” denilmiş ve Ali Cemâlî ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl sormak isteyenler, suallerini bir kâğıda yazıp zembile koyardı. O da çekip suallerin cevabını yazar, zembili tekrar sarkıtırdı. Bu sebeple “Zenbilli Ali Efendi” ismiyle meşhur olmuştur. Doğum tarihi bilinmemektedir
Zenbilli Ali Efendi, ilim tahsiline memleketinde başlayıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamânî’den ders aldı. Kudûrî muhtasarını ve Nesefî manzumesini ezberledi. Bu ilk tahsilinden sonra İstanbul’a gitti. Orada, zamanın en meşhur âlimlerinden olan Molla Hüsrev’in derslerine devam edip, ondan ilim öğrendi. Daha sonra Molla Hüsrev, onu Bursa’ya gönderip, Sultan Medresesi müderrisi Hüsâm-zâde Mevlânâ Muslihuddîn’den ders almasını tavsiye etti. Bu zatın derslerine devam edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ Muslihuddîn, onu kendisine muîd (yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihuddîn’in kızı ile evlenip damadı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
Fâtih Sultan Mehmet Hân devrinde, Edirne’de Taşlık Ali Bey Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, padişah tarafından kendisine, bir miktar kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsan olundu. 1477 (882)’ de, Edirne’de Beylerbeyi Medresesi’ne, sonra Sirâciyye Medresesi’ne geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifa edip, bir rivayete göre Şeyh Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ’ya, diğer bir rivayete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mesûdî Edirnevî’ye talebe olup tasavvufta da kemâle geldi.
Fâtih Sultan Mehmet Han’ın vefatından sonra, İkinci Bayezid Hân tarafından, Bursa Kaplıca Medresesi’ne müderris tayin edildi. İznik’te Orhan Gazi, Bursa’da Murâd Gazi medreselerinde de müderrislik yaptı. Daha sonra, İkinci Bayezid Medresesi müderrisliği ve Amasya müftülüğü vazifeleri verilerek Amasya’ya gönderildi. Bir müddet bu hizmetlerde bulunduktan sonra, hacca gitmek üzere Amasya’dan ayrıldı.
Mekke’ye gitmek üzere yola çıkıp, o sene Hicaz’da bazı karışıklıkların çıkması sebebiyle, bir sene Mısır’da kalıp ertesi sene hac yaptı. Mısır’da kaldığı sırada oranın âlimleriyle görüşüp, ilmî incelemeler ve müzâkereler yaptı. Ertesi yıl hacca gitti. O hacda iken, Şeyhülislâm Efdal-zâde Hamîdüddîn Efendi vefât edince, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497 (903)’de Şeyhülislâmlığa tayin edildi. İkinci Bayezid Hân, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi gelinceye kadar fetva işlerinin Sahn-ı semân Medresesi müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti. Ayrıca yeni yapılmış olan Bayezid Medresesi müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra şeyhülislâmların, Bayezid Medresesi’nde ayrıca müderrislik vazifesi yapması âdet hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim Han’ın tahta çıkmasından sonra da vazifesine devam eden Zenbilli Ali Efendi, hak severliği ve doğruluğu ile dikkat çekmiştir. Padişahın her hareketinde İslamiyet’e uymasında yardımcı olmuştur. 922 (m. 1516)’de yapılan seferler için fetva vermiştir.
Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmı olan Zenbilli Ali Efendi, İkinci Bayezid Hân, Yavuz Sultan Selim Hân ve Kanunî Sultan Süleyman Hân devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe yetiştirmeye ve İslam’a hizmete harcamış, kıymetli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı hizmetleriyle meşhur olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.
Zenbilli Ali Efendi, 1526 (932) senesinde İstanbul’da vefat etti. Türbesi Zeyrek yokuşundadır. Zeyrek (akıllı) lakabı ile anılan Şeyhülislam Ali Efendi okulun bahçesindeki mermer lahdin altında gömülüdür. Restore edilen bina çocuk kütüphanesi olarak kullanılmaktadır.
Osmanlı Devletinde bazı kurumlar, onun düzenlemeleriyle ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, Şeyhülislamlığın, vezir-i azamdan sonra en yetkili makam haline getirilmesidir. Ayrıca, kazasker tayinlerinin Şeyhülislamlar tarafından yapılmasını sağladı.
Başlıca eserleri şunlardır: 1. Muhtârât mine’l-Fetâvâ (Fetâvâ-yı Ali Efendi). Hanefî fıkhına dair bu telif eserin İstanbul kütüphanelerinde çeşitli nüshaları bulunmaktadır (Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 138; Esad Efendi, nr. 644; Fâtih, nr. 2387, 2388, 2389; Lâleli, nr. 1154). 2. Muhtasaru’l-Hidâye (32 Hk 1728): Fıkha dair bir eserdir. 3. Risâle fî hakkı’d-devrân (Risâletü’d-deverân). Eserin biri mensur, diğeri manzum iki nüshasının bulunduğu kaydedilir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hacı Mahmud Efendi, nr. 3093/2; 8a-11b (19 Hk 3914/2) 4. Risâle fî cevâzi devrâni’s-sûfiyye adıyla kayıtlı nüsha Arapça ve mensurdur. 5. Âdâbü’l-evsiyâ (109 y., 05 Ba 1588) adlı ahlâka dair eser Zenbilli Ali Efendi’ye nisbet edilirse de, bunun oğlu Fudayl Çelebi tarafından kaleme alındığı tesbit edilmiştir. 6. Fetâvâ (Konya Koyunoğlu Müzesi, 10252), 7. el-Muhtâr fi’l-Fetâvâ, 1b-65b (23 Hk 3327).
Zenbilli Ali Efendi’nin oğullarından Muhyiddin Mehmed Şah Efendi (Molla Çelebi) Târîh-i Âl-i Osmân’ın, Rûhî Çelebi bir başka Tevârîh-i Âl-i Osmân’ın müellifidir. Fudayl Çelebi ise çeşitli manzum ve mensur eserleri olan bir âlimdir. Nitekim Fudayl’ın, “Risâle fî’d-Duhân ve’l-Kahve” (06 Hk 1565/5) ve “Savnu’l-Fâriz Şerhü Avni’r-Râiz” (01 hk 225/1) adlı iki yazma eseri, Millî Kütüphane’de kayıtlıdır. Cemâleddin Mehmed (Cemal Çelebi) kadılık ve valiliklerde bulunmuş, kızı Sitti Şah Hatun, İstanbul’da mescid ve medrese yaptırmıştır.
“Risâle-i Cemâlî Müftî Ali Efendi” olarak geçse de, kütüphane kaydında Risâle-i Nasihat ismi ile Zenbilli Ali Efendi’nin bir yazma eseri de mevcuttur. Eserin bilinen tek nüshası, İstanbul Belediye Kütüphanesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Türkçe Yazmaları Koleksiyonu, 314/8’de bulunmaktadır. Risâle-i Nasihat’in Muhtevası 9 varaklık eserinde anlattığı imânî hakikatleri, âyetler, hadisler, hadis-i kudsîler ve kelâm-ı kibarlar ile delilleri ile kaydetmiştir[3].
- Cemâl Halvetî (Çelebi Halîfe)
İsmi, Muhammed bin Mahmûd’dur. Meşhûr Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunlarındandır. Amasya’da doğup yetişti. Doğum tarihi bilinmemektedir. Cemâl Halvetî ve Çelebi Halife lakapları ile meşhur oldu. Dedelerinin memleketi olan Aksaray’a nispetle Aksarayî, dedesi Cemâleddîn Aksarayî’ye nispetle de Cemâlî denildi.
Muhammed bin Mahmûd Cemâlî, Amasya ve Aksaray’da ilim tahsil edip, zamanının fen ve din âlimleriyle görüştü. Sa’düddîn Teftâzânî’nin “Muhtasar-ül-me’ânî” adlı eserini okurken, kalbine aşk ateşi düşüp, Alâeddîn Halvetî’nin halifelerinden Şeyh Abdullah’ın sohbetine dâhil oldu. O sırada Alâeddîn Halvetî de Karaman’a geldi. Elini öpüp, o mübarek zatın feyz ve bereketinden istifade eyledi. Alâeddîn Halvetî ve çok geçmeden de Şeyh Abdullah’ın vefat etmesi üzerine, Karaman’dan Tokat’a gitti. İbn-i Tâhir Halvetî’nin meclisine dâhil oldu. İbn-i Tâhir veya Tâhirzâde namıyla tanınan bu mübarek kimse, Allah aşkıyla yanıp tutuşur, yanına gelenlerin de bu ateşte yanmalarını arzulardı. Çelebi Halife’ye de iyi yetişmesi için riyazetler çekip, nefsini terbiye etmesini tavsiye etti. O da açlık ve sıkıntılar çekti. Arkadaşları, uzun süren halvet ve açlığa dayanamayıp kaçtılar. Fakat o, sabredip, sonunda hocasının feyz ve himmetine kavuştu, duasını aldı. Çok geçmeden, İbn-i Tâhir’in vefat etmesi üzerine Erzincan’a gitti. Pir Muhammed Behâeddîn Erzincânî Halvetî ile görüştü. Orada fazla kalmayıp, Seyyîd Yahyâ Şirvânî’nin sohbetine kavuşmak için yoluna devam etti. İki gün yol gittikten sonra, Seyyîd Yahyâ Şirvânî hazretlerinin vefat ettiğini öğrenip, Erzincan’a geri döndü. Yahyâ Şirvânî’nin halîfelerinden olan Pir Muhammed Erzîncanî’nin hizmetine girdi. Erzincan’a 868 (m. 1464) senesinde varmıştı. Orada bir müddet kaldıktan sonra, ilimde ilerleyip, tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Tefsir, hadis, fıkıh gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde âlim oldu. Hocası tarafından, memleketindeki insanlara bildiklerini öğretmesi ve hocaları yoluyla Resûlullahtan (as) aldığı feyzi yayması vazifesiyle gönderildi. Amasya’ya gidip yerleşti. İnsanlara Allah Teâlâ’nın dinini anlatmaya başladı. O sırada Fâtih Sultan Mehmed Hân padişah, oğlu Bayezid de Amasya valisi idi. Şehzâde Bayezid, Çelebi Halife Muhammed Cemâleddîn Efendi’ye çok iltifat eder, talebelerine ve dergâhına ihsanlarda bulunur, dualarını talep ederdi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vefatından önce de dua etmesi için haber gönderip, duasının kabulüne vesile olması için de fakirlere sadaka dağıttırmıştı. Her şehzâde gibi, Bayezid Çelebi de babasından sonra padişah olmak, kendisine verilen onca emeğin karşılığını vermek istiyordu. Çelebi Halife, herkese karşı iyi niyet ve hüsn-i zan sahibi, ilim ve tasavvuf ehli şehzâdeyi kırmadı. Onun için dua ve niyazda bulundu. Allah’ın keramet sahibi evliyasından olan Çelebi Halife’ye, Şehzade’nin sultan olacağı vakit ilham edildi. Çelebi Halife, Şehzâde Bayezid’e gönderdiği haberde; “Otuz üç gün sonra büyük bir hâdise olacak ve kırk gün sonra da sultan olacak” buyurdu. Gerçekten de, otuz üç gün sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân vefat etti. Şehzâde Bayezid, Vezîr-i a’zam Karamanî Mehmed Paşa’nın daveti ile İstanbul’a gelip, Allah Teâlâ’nın dinini ehl-i küfre yaymakla, insanlara huzur ve saadet dağıtmakla meşgul olan ordunun ve devletin başına geçti. Sultan Bayezid, ilmine ve faziletine ve duasının kabul olduğuna yakinen inandığı Çelebi Halife’yi, kırk talebesi ile birlikte Medîne-i Münevvere’ye gönderdi.
Çelebi Halife’nin en gözde talebesi Sünbül Sinân Efendi, hocasının hac yolunda vefatı etmesi üzerine, Mısır’dan İstanbul’a gelip, onun vasiyetine uyarak otuz yedi sene insanlara doğru yolu anlattı ve hocasının kızı Safiye Hatun’la evlendi, İstanbul’un meşhur evliyasından Merkez Efendi’yi yetiştirdi. Çelebi Halife’nin bir diğer talebesi de Şa’bân-ı Velî’nin mürşidi, Hayreddîn-i Tokâdî idi. Çelebi Halîfe Cemâleddîn, Osmanlı Devleti’nin içtimaî bünyesinde çok etkili oldu. Yahyâ Şirvânî’nin halifelerinden Pir Muhammed Erzincânî yoluyla aldığı Halvetî feyzini pek çok kimseye saçtı. İsmine nispetle yoluna “Cemâliyye” denildi.
Çelebi Halîfe Cemâleddîn Muhammed Efendi, yetiştirmiş olduğu pek çok talebe yanında, birçok kıymetli eser de kaleme aldı. Bu eserlerden başlıcaları şunlardır[4]:
Çelebi Halîfe Cemâleddîn Muhammed Efendi, yetiştirmiş olduğu pekçok talebe yanında, birçok kıymetli eser de kaleme aldı. Bu eserlerden başlıcaları şunlardır: 1. Tefsîr-i sûre-i Fâtiha, 2. Şerhu Erbaîne Hadîsen, 73a-89a y. (45 Ak Ze 1509/4), 3. Zübdetü’l-esrâr, 4. Risâle-i etvâr, 5. Cevâhirü’l-Kulûb, 157y. (Millî Ktb. Yz. A 3264). 6. Risâle-i Sad kelime-i Sıddîk-ı ekber, 7. Risâle-i Fakriyye, 8. Risâle fî Rûhi’l-Kuds, 1b-7b (19 Hk 3914/1), 9. Tefsîru Fatiha ve Sûreti’d-Duha ila Âhiri’l-Kur’ân, 1b-12b (06 Hk 2745/1), 10. Risâletu’l-Etvâri’s-Seba, 173b-180b (45 Hk 2963/6), 11. Risâle fî ismeyni’l-Azameyn Allah ve Rahmân, 12b-19b y. (Milli Ktb. Hk 2745/2), 12. Risâle fî İsmeyni’l-Azameyn Allah ve Rahmân, 12b-19b y. (Milli Ktb. Hk 2745/2), 13. Şerhu Ebyâti’l-Fârisiyye ve Arabiyye, 21b-37b y. (Milli Ktb. Hk 2745/3), 14. Risâle fî Beyâni Hubbi’l-Esmâi’l-İlâhiyye, 37b-38b (Millî Ktb. Hk 2745/4), 15. Risâle fî Esrâri’l-Vudu, 190b-192b y. (Milli Ktb. Hk 2745/9), 16. Risâle fi’l-Münâsebet Beyne-Allah ve Beyne İbâdihî, 94b-103b y. (37 hk 3681/3). Tasavvuf, 17. Merâhu’l-Ervâh, 16 y. (34 Sü-Tarlan 161). Sufinin ahlak ve adabı, 18. Tefsîru Bazı Sûveri’l-Kur’ân, 28 y. (Konya Bölge Yaz. Ktb. 15 Hk 410), 19. Şerhu Ebyâti’l-Attâr, 217-220b y. (37 Hk 3670/9). Akaid.
- Hâmid-i Velî (Somuncu Baba)
“Somuncu Baba” lakabıyla tanınan Hâmid-i Velî, 750 (1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefatından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pek çok velilerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bayezid-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzuruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tefsir, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufta çok yükseldi.
Alâeddîn-i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü Teâlâ’nın dinini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icazet verdi. Hocasının bu sözleri, bazı anlayışı kıt, haset edici kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifade ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifade edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli Cenâb-ı Hakk’ın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasetlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü Teâlâ’nın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalplerine şifa olan nasihatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, bir gün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzuruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya davet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâvete icabet lâzımdır” diyerek, birlikte Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliya olduğunu anladı. Hocasından zahirî ve bâtıni ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler kat etti. Bir gün hocası; “Hacı Bayram! Zahirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtıni ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velileri ve derecelerini de gördün. Hangisini murat edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velilerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı.
Hâmideddîn hazretleri, manevi bir emir üzerine Tebriz’e gitti. Tebriz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyaret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi.
Somuncu Baba, bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Padişah Yıldırım Bayezid’in damadı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan, “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velilerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bayezid, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Cami’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşası sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Padişah Yıldırım Bayezid, damadı büyük âlim ve veli Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemadan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Cami’yi doldurdular. Yıldırım Bayezid Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazife verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerifin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret afettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevabını verdi. Cemaat, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Cuma namazından sonra bütün cemaat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duasını almak istedi. Cemaatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Cami’nin üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine keramet göstererek, Allahü Teâlâ’nın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemaate elini öptürmüştü.
Molla Fenârî, namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek dualarda bulundu.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabul ettiremedi. Sonunda, Bursalılara dua etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için dua etti ve vedalaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Dua çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram-ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe tayin etti.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır.
Hâmid-i Aksarayî’nin bazı eserleri şunlardır:
Risâle fî Zikri Kelimeti Lâ İlâhe İllallâh, 23b-28a y. (45 Ak Ze 81/2), 2. Şerh Hadis el-erbain, 127b-131a yk. (Beyazıt Devlet Ktb., V3200/3), 3. İrşâdü’l-Yakîn fî Tercemeti Şerhi Hadîsi Erbaîn, 15 y. (Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Türkçe Yazmaları, 122), 4. Risâle fi’z- Zikri Kelimeti Lâ ilâhe illallah, 23b-28a y. (45 Ak Ze 81/2), 5. Evrâdu Hamidiyye, 10-14 y. (İstanbul Millet Ktb. Ali Emirî Bölümü, 34 Ae Arabi 730/5).[5]
- Alâeddîn Ali Aksarayî
Karamanlı Şeyh Ali Semerkandî’nin halifelerinden Hayreddîn Efendi’den hilâfet alan bu âlimin, eserlerinin en meşhuru, Şeyh-i Ekber hazretlerinin “Anka-yı Mağrib” adlı eserinin şerhi olup, basılmamıştır. Kanunî Sultan Süleyman Bağdat seferine gidişlerinde bu zat ile görüşmüş ve kendisine hayır duada bulunmuştur. Sonradan Bursa’ya göç etmiş ve burada vefat etmiştir. Başçı İbrâhim Bey Camiinin kıble tarafında defnedilmiştir.[6]
- Yûsuf Hakîkî
Halk arasında “Somuncu Baba” diye meşhur olan Hamîdüddîn Aksarayî hazretlerinin oğludur. Çocukluğundan itibaren babasının terbiyesi altında yetişip kemale eren Yusuf Hakîkî, Konya ve Aksaray medreselerinde de okudu. Babasından sonra, vefatına kadar Aksaray’daki hankâhda şeyhlik yaptı. Yûsuf Hakîkî’nin türbesi Aksaray’da Şeyh Hamîd mahallesindeki hankâhın bahçesindedir.
Eserleri: 1. Hakîkinâme isminde iki cilt üzerinde tertiplenmiş manzum ârifâne bir eseri vardır ki bir rivâyete göre, kızının el yazısı ile yazma nüshası türbelerinde mevcuttur. 2. Muhabbetnâme. 3. Metâliu’l-İmân. 4. Tasavvuf adabıyla ilgili eseri. 5. Babasının Şerh-i Hadis-i Erbaîn adlı eserine Hâşiyesi.[7]
- Hasan Rızâî
Hacı Efendizâde diye tanınan Hasan Rızâî’nin babası, Abdurahman Efendi’dir. Celvetî şeyhlerinden âlim ve şiir kabiliyetine sahip bir zat olan Hasan Rızâî, Aksaray’da doğmuştur. Bu zat, 1071 (1661)’da vefat etmiştir.
Eserleri: 1. Gülistan Tercümesi: Hasan Rızâî, 1080 (1669)’de Gülistan’ı manzum olarak tercüme etmiştir. 2. Miftâhu’s-Seâde, Arap edebiyatı, 19 y. (İÜ. Yazmalar Bölümü, (XX(1894224.1), 3. Kân-ı Maânî, 22 y. (45 Hk 2717). Farsça-Türkçe sözlük; Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn, 40 y. (Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, 41); Tuhfetu’l-Kudât, 14b-27b (03 Gedik 17982/2) adlı eserleri vardır.[8]
- Abdurrahmân b.Yûsuf Aksarayî (950/1543):
Abdurrahman b.Yusuf Aksarayî’nin eserleri: 1. Terceme-i Mukaddime-i Kutbeddîn, 193 y. (37 Hk 2774). Fıkıh. 2. Umdetu’l-İslâm Tercümesi (Mevlana Abdülaziz Farisi, İmâdu’l-İslâm), İlmihal, 214 y. (İÜ, Yazmalar Bölümü, (XX(1892847.1); 127 y. (M.Ü. İlah. Ktb. 11819/YZ0109), 3. Terceme-i Müfredât, 226-363 y., (Kılıç Ali Paşa Bölümü, Süleymaniye Ktb., No. 4/716), Tıp İlimleri; 4. İsm-i A’zam, 8 y. (Koyunoğlu Müzesi ve Kütüphanesi, 10285) adlı eserleri vardır.
- Nisârî Ali Efendi Aksarayî
Âlet ilimlerinde ve Arapça ’da derin bilgi sahibi olan bu zat, Aksaraylıdır. Bir müddet müftülük yapmış ve 1110 (1698) yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Edirnekapı haricinde medfundur.
Bir nüshası Nuruosmaniye kütüphanesinde bulunan “Fevâidü’l-Aliyye” isminde Türkçe fetvası ile “Kazı Mîr” ve “Lârî” üzerlerine haşiyesi ve bir hayli talikatı vardır. Müftülük kendisinden sonra oğlu olup, h.1119’da vefat eden âlim ve şairlerden Muhammed Beliğ Efendi’ye tevcih olunmuştur. H. 1170 küsur tarihlerinde vefat eden torunu Muhammed Efendi de âlimlerden bir zat olup, “Hâşiye ale’l-Hayâlî”, Hâşiye ale’l-Hüseyniye”, “Şerhu Adabı Birgivî”, Mecmuatün-Nefasiyine” gibi eserler ve “Kifâyetu’l-Ukûl ve’n-Nukûl” isminde Mültekâ şerhini yazmıştır.[9]
- İbrahim b.Mehmed Aksarayî
Bu âlimin eserleri şunlardır:
1.Tezkiretu Kâfiye, Arapça Gramer, 1b-38b y. (Konya Bölge Yazmalar Ktb. 07 El 21/1). Müellif Hattı. 2. Risâletu’n-Nesâih, 114b-115a (Konya Bölge Yazmalar Ktb. 07 El 2523/1). Ahlak, 3. Risâle fi’t-Tefrîk Beyne’l-Kudreti ve’t-Tekvîn, 96b-97a (32 Ulu 375/6), 4. İsâmettin, s.n.],[t.y.], 48 p. 5. Risâle fî Tefrîk Beyn el-Kudreti ve’t-Tekvîn, 101b-104a yk. (42 Kon 5689/6), 6. Kelâm Hakkında Mubâhase, (42 Yu 8233/5), 7. Sohbetnâme, 20 y. Koyunoğlu, 10771). Tasavvuf., 8. Mübînü’l-Maânî alâ tertibi hurûfi’l-mebânî, 41 y. (34 Ae Arabi 3610).
11. Abdullâh b. Mustafâ Aksarâyî
Terceme-i Akâid, 25b-92b y.(Millî Kütüphane, Yz A 6026/2).
- Ali b.Ârif Aksarayî
er-Risâletü’l-Kaderiye, 66b-69b y. (19 Hk 3405/3); Tefsiru Sûreti’l-Kadr, 267a-269b, (06 Mil Yz FB 3/14).
- Hâmid Aksarayî
Bu âlimin babası Mustafa Efendi olup, Aksaraylıdır. Hanefî âlimi olan Hâmid Efendi, Rumeli’nde kadılık yapmıştır. Bu zat, 1098 (1687) yılında Kıbrıs’ta vefat etmiştir. Şerhu’l-Mir’ât fi’l-usûl adlı bir eseri vardır.[10]
- Ali b.İsmail (İbn Hammâmî) Aksarayî
Hâşiyetü’z-Ziyâiye, 1b-13b (19 Hk 2517/1); Şerhu Erbaîn, 57b-101b yk. (42 Kon 108/2); 48 y. (M.Ü. İlah. Ktb. 10195/OG1190); Risâle Hakki’d-Duhân, 163-165a y. (15 Hk 1811/3). Fıkıh; Erbaûne Hadîsen, 1b-25a y. (Konya Bölge Yaz. Ktb. 15 Hk 449/1).
- Hamdî Aksarayî
Bustânu’l-ârifîn, (Millî Ktb. Tokat Müzesi, 60 Mü 218); Burhânu’l-ârifîn, 57b-113b y. (Milli Ktb. Yz A 2178/2).
- Ebû Bekr el-Aksarayî
el-Arıza ilâ Makami’l-Meşiha, 57-61 y. Arap Edebiyatı (34 Atf 2582/10).
- Ali b.Şaban Aksarayî
Müfessir ve hikmet sâhibi bir âlim olan Ali Efendi, Aksaraylıdır. 1111 (1699) yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Tefsîr âyet ve’ş-Şemsi tecrî, Hâşiye alâ Kul Ahmed ale’l-Fenârî ve Şerh Hikmeti’l-Ayn.[11]
- Hasan b. Osmân b. Hüsâmeddîn Aksarâyî
Mulahhâsü’l-Ferâiz, 67b-7 1b (Millî Ktb., 26 Hk 878/2); Mülahhasü’l-Ferâiz, 18b-27a (Milli Ktb. 01 Hk 930/3).[12]
- Hasan b.Abdurrahmân Aksarayî
Miftâhu’s-Saâde, 31 y.(Milli Ktb. Yz A 2549).
- Hafız Hüseyin Aksarayi
Hadikatü’l-Cevâmi, İstanbul, Matbaa-i Amire 1281, 2 c.; Miftâhu’s-Saâde, 31 y. (İstanbul Köprülü Ktp. 406). Tasavvuf.
- İsa b.İsmail Aksarayî
Envâru’l-Efkâr fî Tekmileti İzâfeti’l-Envâr, 151 y. (45 Hk 432). Fıkıh.[13]
- Sacid b.İsmail b.Ömer Aksarayî
Râhatu’l-Kulûb, 1b-40b y. (Milli Ktb. 55 Hk 77). Tasavvuf.
- İsâ b.Yahyâ Aksarayî
Faziletli bir şahsiyet olan İsa Efendi, 727 (1327)’de vefat etmiştir. Bu zatın Fadlu’l-Cihâd ve Ta’lîmu’l-Furûsiyye adlı eseri vardır[14].
- Şeyhzâde Pir Ali Sultân Aksarayî:
Tasavvufta Melâmiyye yolundan yetişmiş olan Pîr Ali Aksarayî, Seyyid Ömer Sekînî’nin halifesidir. On altıncı asırda yaşamıştır. İnsanları irşat etmiş ve saadete kavuşturmuştur.
Sultan Süleyman İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bazı hasetçiler iftira atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdilik davasında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Padişah araştırılmasını ve durumun öğrenilmesini emretti. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp, celalli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işaret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri iftira etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Padişah, Aksaray’a uğradığında ziyaret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi ve duasını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyaretine geldi. Bu ziyareti sırasında Sultana uzunca bir nasihatte bulundu. Bu nasihati dinleyen Padişah çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pek çok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o, kabul etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabul etti ve Padişah İstanbul’a döndükten sonra oğlu İsmâil’i ve birkaç müridini İstanbul’a gönderdi. Bundan altı ay sonra vefat etti. Yerine irşad vazifesini yürütmek üzere Çelebi Şeyh geçti.[15] Bu zatın adına kayıtlı “Risâle-i Noktatü’l-Beyân”, 20 y. (Yapı Kredi Sermet Çifter Ktb., 88) adlı eser vardır.
- Muhammed Aksarayî
Babası İsa Efendi olup, faziletli bir hanefî fıkıh âlimidir. 750 (1349) yılında vefat etmiştir. Eserlerinden Nihâyetu’l-Su’l ve’l-Umniye fî ta’lîmi a’mâli’l-Furusiyye zikredilebilir.[16]
- Hacı Rammal Aksarayî
Risâle-i Havas, 15+5 y. (43 Ze 634/1). Tasavvuf.
- Kerimüddin Aksarayi
Kerîmüddîn Efendi’nin ismi Mahmud olup, Aksaraylıdır. Bu zatın kaleme aldığı Müsâmeretü’l-ahbâr ve Müsâyeretü’l-ahyâr adlı eserinden iyi bir tahsil gördüğü, İslâmî ilimlerle Arap ve Fars edebiyatına vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. İlhanlı hükümdarı Abaka ve Argun devirlerinde Anadolu’daki İlhanlı hazinesine ait “incü ve iktâların idaresi”, nâiblik, Dânişmendli ilinin yönetimi gibi görevlerde bulunan Mücîrüddin Emirşah’ın ölümüne kadar (701/1301-1302) onun maiyetinde bulundu. Daha sonra İlhanlı Gazan Han tarafından Anadolu’daki vakıfların mütevelliliğine getirildi ve bir müddet Aksaray Kalesi muhafızlığı yaptı. Kerîmüddîn Efendi, 733 (1332-3) yılında vefat etmiştir.
Kerîmüddîn Aksarâyî’nin Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr veya Tezkire-i Aksarâyî adlı eseri, İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umûri’l-Alâiyye adlı eserinden sonra Anadolu Selçukluları tarihi için en önemli kaynaktır. 723’te (1323) telif edilen ve İlhanlılar’ın Anadolu valisi Timurtaş’a ithaf edilmiş olan eser dört bölümden meydana gelmektedir.
Hasan Fehmi Turgal eserin Anadolu Selçuklularına ait kısmını tercüme ederek 1937’de Konya Mecmuası’nda neşretmiştir. Daha sonra tamamı Nuri Gençosman tarafından Türkçeye çevrilen eser, 1943’de Ankara’da Selçukî Devletleri Tarihi adıyla yayımlanmıştır.
Müsâmeretü’l-ahbâr, Çev. Mürsel Öztürk, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000, 282 s.; Mogollar zamanında Türkiye Selçukluları tarihi, Mukaddime ve haşiyelerle tashih ve neşreden Osman Turan, Türk Tarih Kurumu, 1944 (MÜ. İlah. Fak., M0085128); Selçuki Devletleri Tarihi, Recep Ulusoğlu Basımevi, Ankara, 1943 (M.Ü. İ.F.,Ktb., I0018976).[17]
- Oğlanlar Şeyhi İbrahim b. Ali el-Aksarayî (1066/1655)
Oğlanlar Şeyhi diye meşhur olan İbrahim Efendi, Aksaray’da 50 yıl Halvetî şeyhliği yapmıştır. 1000 (1591-92) yılında, bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Köstendil livâsına bağlı Eğridere’de doğdu. 1015 (1606) tarihinden önce İstanbul’a gelmiş ve bu yıllarda Lâmekânî Hüseyin Efendi vasıtasıyla Hamzavîliğe intisap etmiştir. İbrâhim Efendi, aynı yıllarda Halvetî şeyhi Hakîkîzâde Osman Efendi’ye de intisap ederek seyrü sülûkünü tamamladı ve Aksaray’daki Gavsî Tekkesi’ne şeyh olarak tayin edildi. Aksaray’da 50 yıl Halvetî şeyhliği yaptı. Lakabına izafetle daha sonra Oğlanlar Tekkesi diye anılan bu tekkede kısa zamanda büyük bir şöhret kazandı ve ölümüne kadar tekkenin şeyhlik makamında bulundu. 1065 (1655) tarihinde vefat eden İbrâhim Efendi tekkesinin hazîresine defnedildi. Cerrahpaşa’dan Aksaray’a giden yolun sağında, bugün yerinde Ziraat Bankası’nın bulunduğu tekke 1957’de yolun genişletilmesi sırasında yıkılmış, İbrâhim Efendi’nin türbesi Murad Paşa Camii’nin avlusuna nakledilmiştir.
İbrâhim Efendi “oğlanlar şeyhi” lakabıyla anılmasının sebebini anlatırken, altı yedi yaşlarında bulunduğu sırada Sârbân Ahmed’in dervişi olan dedesi Taptap Şah Ali’nin kendisine mürşidinin ilâhilerini ezberlettiğini, bir gün, “Varımı ol Hakk’a verdim hânümânım kalmadı” mısraını okuyunca, “Acaba kendilerinin varı var mı?” dediğini, bunun üzerine, “Bu oğlancık şeyhtir” diyen dedesinin bu olaydan sonra kendisini “oğlan şeyh” diye sevmeye başladığını söyler. (Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, vr. 39b). Müstakimzâde ve ondan naklen Mehmed Tevfik, çok küçük yaşta çocuklara biat verdiği için İbrâhim Efendi’ye “oğlanlar şeyhi”, diğer kaynaklar ise lakabın veriliş sebebinden söz etmeksizin “oğlan şeyhi” denildiğini, tekkesine halkın her kesiminin büyük rağbet gösterdiğini, ulemâ ve vüzerânın rağbetinden halkın içeriye girmeye imkân bulamadığını belirtir. (Şeyhî, s. 621; Uşşâkīzâde İbrâhim, vr. 398a). Mutasavvıflar, yanlış anlaşılmayı önlemek için ona “olanlar şeyhi” demeyi tercih etmişlerdir.
Bu âlimin eserleri şunlardır:
1.Müfîd ve Muhtasar: 1023 (1614) yılında telif edilen 1115 beyitlik eser, İbrâhim Efendi’nin diğer tarikatlarla münasebetlerini ortaya koymaktadır. 423-454 y. (34 Nk 4899/50). 2. Usûlü Muhakkikîn, 44 y. Hadis (34 Nk 3677; 47 y. (İstanbul Üniversitesi, Yazmalar Böümü, TY 01660) , 3. Dil-i Dânâ, (34 Ae Manzum 241); 180 y. (İÜ. Yazmalar Bölümü, 297.7) , 4. Varidat-ı İbrahim, 94 y. (İstanbul Üniversitesi, Yazmalar Bölümü, 297.7), tasavvuf, 5. Divan, (34 Ae Manzum 737/22). 6. Kaside, 12 y. (Marmara Üni. İlâhiyat Fak. Ktb., Demirbaş No: 08799/HS0753; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir, TY, nr. 333). 6. Vahdetnâme (Tasavvufnâme). 1020’de (1611), yirmi yaşında iken Lâmekânî Hüseyin Efendi’nin mânevî işaretiyle yazdığını bildirdiği eser şairin bu yaşta yüksek bir irfan seviyesine ulaştığını göstermektedir.[18]
- Mehmed b. Mahmud Aksarayî
Terceme-i etvârü’l-kulûb, Tasavvuf, 16b-20b yk (İstanbul Üniversitesi, Yazmalar Bölümü, XX(1891573.1).
- Hasan b. Turhan, el-Kâfî el-Bosnavî el-Aksarayî
Şerhu Şemsü’l-Vusûl ila İlmi’l-Usûl, Dâru’l-Gâr-ı Hıra, Dımeşk, 2008, 423 s. Fıkıh.
KAYNAKÇA
[1] Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1983, I, 299, 334; II, 154, 682; Şemseddin Sâmî, Kâmûsu’l-Aʻlâm, Mihran Matbaası, İstanbul, 1955, I, 264; Danişmend İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1925, I, 116, 315; Komisyon, Rehber Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, I, 348.
[2] el-Leknevî Abdülhay, el-Fevâidu’l-behiyye, Mısır, 1324, s. 191; Mehmet Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, İstanbul, 1313, II, 82; Kahhâle Ömer Rıza, Mu’cemu’l-müellifîn, Beyrut, 1957, XI,192; XII, 5; ez-Ziriklî Hayreddîn, el-A’lâm, Beyrut, 1980, VII, 270; Mecdî Efendi, Şekâyık-ı nu’mâniyye tercümesi, İstanbul, 1269, Millet Kütüphânesi, Ali Emirî Bölümü, No: 727, s. 40; Bağdatlı İsmâil Efendi, Hediyyetu’l-ârifîn, İstanbul, 1940, II, 166; Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu’l-a’lâm, I, 264; III, 1832; Komisyon, İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, X, 56; Konyalı İbrahim Hakkı, Abideleri ve Kitâbeleri ile Niğde Aksaray Târihi, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1974, II, 1452; Katip Çelebi, Keşfu’z-zunûn, İstanbul, 1940, II, 1478; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınalrı, İstanbul, 1995, I, 291; Brockelmann Carl, Geschte Der Literatur Arabic, Leiden, 1943, II, 301; aynı müellif, Geschichte Der Arabischen Literatur, Supplementband, Leiden, 1937, II, 328-329.
[3] Mecdî Efendi, Şekâik-i Nu’mâniyye Tercümesi, s. 302; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 665; Kahhâle, Mu’cemu’l-Müellifîn, VII, 25; , Müstekimzâde Süleymân Efendi, Devhatu’l-meşâyih, İstanbul, 1982, s. 15; Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu’l-a’lâm, IV, 3178; Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetu’l-Ârifîn, I, 742; Kâtip Çelebi, Keşfu’z-zünûn, s. 1624; Hoca Sâdeddîn Efendi, Tâcu’t-tevârih, İstanbul, 1280, II, 549; Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 473 vd.; ez-Ziriklî, el-A’lâm, V, 63; Keşfu’z-zunûn, I, 45; Baysun, M. Cavid, “Cemalî, Zenbilli Alaeddin Ali b.Muhammed”, İslâm Ansiklopedisi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul, 1988, III, 85; Heyet, Büyük İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, İstanbul, 1984, XV, 106 vd.; İsmail Hâmi Danişmend, Osmanlı Devlet Erkânı, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1971, s. 114; Mahmut Kaplan, Sümeyye Yıldız, “Ali Cemâlî Efendi’nin Risale-i Nasihat’i”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 6 Sayı: 27 Yaz 2013; Es-Seyyid Hayrullâh Nedim Efendi, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi Tercüme-i Hâl ve Menâkıbı, Bursa, 1322, s. 1 vd.; Brockelman, Geschichte Der Arabischen Literatur, Supplementband., II, 641.
[4] Mecdî Efendi, Şekâyik-i nu’mâniyye tercümesi, s. 284; Mehmet Süreyyâ, Sicilli Osmânî, İstanbul, 1313, IV, 105; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 80-81; Katip Çelebi, Keşfu’z-zünûn, s. 1036; Bağdatlı, Hediyyetu’l-ârifîn, II. 257; Hüseyn Hüsâmeddîn, Amasya Târihi, İstanbul, 1935, I, 321; Tomar-ı turûk-ı âliyyeden Havetîlik silsilenamesi (Sâdık Vicdânî), İstanbul,1338-1341; Komisyon, Rehber Ansiklopedisi, İstanhul, 1983, XVI, 7; Şerhu Erba’îne hadîsen Kudsiyyen, Süleymâniye Kütüphânesi Cârullah Efendi kısmı No: 1084; Lamiî Çelebî, Nefehâtu’l-üns tercümesi, İstanbul, 1270, s. 579.
[5] Mecdî Efendi, Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi, s. 74; Mehmet Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, II, 104; Hoca Sadeddîn Efendi, Tâcü’t-Tevârih, II, 425; Molla Câmî, Nefehâtü’l-üns, Lucknow, 1893, s. 683; Âşıkpaşa Derviş Ahmed Âşıkî, Aşıkpaşazâde Târihi, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1332/1916, s. 201; Sarı Abdullah Efendi, Semerâtu’l-fuâd, İstanbul, 1288, s. 7;Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 54
[6] Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 44.
[7] Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 224; Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, XII, 247.
[8] Bağdâdî, Hediyyetü’l-Ârifîn, I, 295; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 109
[9] Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 417.
[10] Kahhâle, Mu’cemu’l-müellifîn, III, 181; Bağdatlı, Hediyyetu’l-ârifîn, I, 260.
[11] Kahhâle, Mu’cemu’l-müellifîn, XVII, 107; Bağdatlı, Hediyyetu’l-ârifîn, I, 764.
[12] Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn, II, 1639, 1819.
[13] Keşfu’z-zunûn, II, 1826.
[14] Kahhâle, Mu’cemu’l-müellifîn, XIII, 35; Brockelmann, Geschichte Der Arabischen Literatur, Supplementband, II, 327.
[15] Sarı Abdullah Efendi, Semerâtu’l-fuâd; Komisyon, Evliyalar Ansiklopedisi, IX, 433 vd.; Müstakimzâde, Süleyman Sadeddîn, Menâkıb-ı melâmiye-i şuttariye-i Bayramiye (Atatürk Kitaplığı, OE_Yz_0481).
[16] Kahhâle, Mu’cemu’l-müellifîn, XI, 103; Katip Çelebi, Keşfu’z-zunûn, s. 1008,1988; Brockelmann, Geschichte Der Arabischen Literatur, Supplementband, II, 167.
[17] Kerîmüddîn Muhammed Aksarâyî, Müsâmeretü’l-ahbâr (nşr. Osman Turan: Mogollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi), Ankara 1944, s. 28-57; Nejat Kaymaz, Pervâne Muînüddin Süleyman, Ankara 1970, s. 14; M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, TTK Belleten, VII/27 (1943), s. 389-391; İsmail Aka, “Aksarayî, Kerîmüddin”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, II, 293.
[18] Mehmet Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, I, 104-5; Hüseyin Vassâf, Sefînetü’l-evliyâ, II, 290-294; Fevziye Abdullah Tansel, “Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve Devriyesi”, AÜİFD, XVII (1969), s. 187-199; Nihat Azamat, “İbrâhim efendi, Olanlar Şeyhi”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, XXXI, 298-300.
Madde Yazar Bilgileri:
Yazar: Recep DİKİCİ
Anahtar kelimeler: Aksaray, Kütüphane, Matbu, Elyazması, Âlimler