“İMÂDÜ’L-İSLÂM” ADLI ESERİ ÖRNEKLİĞİNDE ABDURRAHMAN AKSARÂYÎ’NİN İTİKÂDÎ GÖRÜŞLERİ

Giriş

Osmanlı halkları arasında uzun süre revaçta bulunmuş olan İmâdü’l-İslâm adlı ilmihal türü eserin yazarı Abdurrahman b. Yûsuf, Aksaray’da yetişmiş değerli bir ilim adamıdır. Hangi tarihte doğduğu ve öldüğü hakkında herhangi bir bilgiye henüz sahip olmadığımız bu âlimimiz Abdülazîz Fârısî adlı düşünürümüzün Umdetü’l-İslâm adlı eserini hâsıl olan ihtiyaç üzerine Türkçe’ye çevirmiş ve bu esere bazı yeni eklemeler yaparak İmâdü’l-İslâm’ı kaleme almıştır. Eserde iman, ibadet ve ahlak ile ilgili geniş bilgilere yer verilmiş, özellikle iman bahsinde küfür gerektiren ifadeler (elfâz-ı küfür) üzerinde durulmuştur. Eserde yazarın insanları ibadete teşvik etmek amacıyla bazı uydurma rivayetlere başvurduğu da gözlerden kaçmamaktadır.[1] Türkçe’ye çevrilirken diğer kaynaklardan yararlanılarak yapılmış ilâveler bu esere hem tercüme hem de telif özelliği kazandırmıştır. Müellif, yadırganacağı endişesiyle eserin girişinde dil konusu üzerinde durmuş, peygamberlerin, ümmetlerine kendi dilleriyle hitap ettiklerine dair âyetten hareketle (İbrâhîm 14/4) Türkçe konuşan halk için Türkçe kitaplar yazılmasının gereğine dikkat çekmiş ve eserini özellikle halka (avam) ithafen yazdığını dile getirmiştir.

Yazarımız bilindik konular üzerinde ayrıca durmayacağını daha çok faydalı olacağına inandığı konular üzerinde duracağını belirtmektedir. Türk dilinin imkânlarını bu eseri ortaya koymada kullanacağını ayrıca vurgulamaktadır.[2] Söz konusu halk olduğunda, kitabın o dönemin entelektüel dilleri olan Arapça ve Farsça’dan ziyade halkın konuşma dili olan Türkçe’nin seçilmiş olması eserin farkı olarak karşımıza çıkmaktadır. Eserde klasik Ehl-i sünnet inancının savunulması ve ayrıca kelam, İslam felsefesi ve tasavvuf disiplinlerinin argümanlarının kullanılması eserin müteahhirûn dönemi Eşʿarî düşüncesinin bir parçası olduğunun alametleri olarak okunabilir.

Eserinin girişini imanın hakikatine ayıran Aksarâyî, burada imanı tahkiki-taklidi ve istidlali-zevki ayrımlarına tabi tutar. Ona göre istidlale dayalı olan her ne kadar geçerli ise de keşfe (zevk) dayalı olan en üst iman derecesidir. Bu durumu açıklamak için Aksarâyî, bilmenin “ilme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakka’l-yakîn” aşamalarını örnek verir ve keşfe dayalı imanı hakka’l-yakîn mesabesinde görür. Bunların yanı sıra Aksarâyî müteahhirûn dönemi Eşʿarî kelamının önde gelen ulemasına sık sık referansta bulunur. Bunlar arasında Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, Seyyid Şerif Cürcânî ve Kâşânî’yi saymak mümkündür. Genel hatlarıyla çerçevesini belirlemiş olduğumuz bu çalışmanın gayesi Aksaray’ın bir değeri olan İmâdü’l-İslâm adlı eserin inceliklerini ve eser yazarının görüşlerini bu günün bakış açısıyla ilim dünyasına sunmaktır.

Abdurrahman Aksarâyî imanı “şeriatta Resulullaha inanma ve Resulün Allah’tan getirmiş olduğu tüm haberleri şeksiz-şüphesiz tasdik etmek olarak kabul eder. Esasında Aksarâyî imanı bundan da ibaret görmez. Ona göre imanın her ne kadar zirvesi kelimei tevhîd ise de yolda ayağa takılan bir taşı ayıklamak, güzel ahlak sahibi olmak, vatanı sevmek de imanın birer şubesidir. Burada Aksarâyî aslında iman ile ahlak ve amel arasındaki ince noktaya dikkat çekmektedir. Zira iman-amel bütünlüğü problemi İslam düşüncesinin önemli problemlerinden biridir. Hatırlanacağı üzere kelam ilminin teşekkülünü tetikleyen problem olan “büyük günah işleyenin durumu nedir?” sorusu da yine aynı konu ile alakalı idi. İman-amel problemi o kadar önemli bir konu ki isabetli ve dengeli bir şekilde ortaya konamadığında ya sorumsuz bir Müslümanlık yahut kendilerinde başkalarının hayatlarına müdahale etme hakkı bulan insanların türemesine sebep olmaktadır.

İman-amel ilişkisi Müslüman düşünürlerin üzerinde ciddiyetle durmaları gereken bir konudur. “İman ameli gerektirir mi?” probleminin tarihine gittiğimizde bu problemi domine eden fırkanın Hâriciyye olduğunu görmekteyiz.[3] Ameli imanın bir cüzü olarak gören bu ekol bu görüşün bir sonucu olarak cadı avına başlamış ve yaşayan en bilgili ve takvalı Müslüman Hz. Ali’yi dini düşüncelerinin bir gereği olarak şehit etmekten geri kalmamışlardır. Günümüzde bu düşüncenin devamı kendisi gibi düşünmeyen Müslümanların camilerinde kendilerine bomba bağlayarak ve tekbir de getirerek secdeye giden yüzlerce insanı öldürme anlayışıdır. Esasında Hâriciyye, İslam düşünce tarihi adına bir talihsizlik olarak değerlendirilmelidir. Zira bunlar iman-amel bütünlüğü problemini ele almada Müslümanların sağduyularını zedelemişlerdir.

İman ile amel arasında elbette kopmaz biri ilişki vardır fakat bu, doğrudan insanları ibadete zorlama şeklinde uygulandığında çok uygunsuz sonuçlar doğurmaktadır. Oysa iman ile ahlak arasında yine iman ile temizlik, adalet, güven, dürüstlük vb. birçok haslet arasında çok önemli bir ilişki söz konusudur. Zira bu konuda Allah Resûlü’nün pek çok hadisi vardır. Yine konu ile alakalı olarak fıkhî mezhep imamlarımızın namazın yahut orucun terki için belirlemiş oldukları ağır cezaları da iman ile ahlak arasındaki ilişkinin önemini vurgulama olarak görmek mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “…kuşkusuz namaz insanı kötülüklerden alıkoyar.”[4] âyet-i kerîmesi namazın insanın ahlakı için ne kadar önemli bir ibadet olduğunu göstermektedir. Burada büyük mezhep imamlarımızın namazın terki için biçmiş oldukları cezaların[5] aslında namazın terkinin insanın ahlakına dolayısıyla da imanına vermiş olduğu hasar ile ilişkilendirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla iman ile amelin toplumsal zorunlu ahlaki sonuçları ile beraber düşünülmesi ve müeyyidelerin de bu minvalde oluşturulması gerekmektedir.

Aksarâyî imanı istidlale dayalı iman ile keşif ve ilhama dayalı imanı mukayese ederek izah etmeye çalışır. Buna göre her ne kadar istidlale dayalı iman geçerli ise de asıl olması gereken keşfe (zevke) dayalı imandır. Bunlar arasındaki ilişkiyi Aksarâyî bir duvarın dibinde oturan adamın duvarın üstünde duran başka biri hakkındaki bilgisi üzerinden ortaya koymaya çalışır. Buna göre duvarın dibinde oturan adam duvarın üstündeki adamı görmemekte sadece onun gölgesini görmektedir. Bu gölgeden ve gelen sesten duvarın üstünde bir adamın bulunduğu konusunda her ne kadar malumat sahibi ise de en nitelikli bilgiyi ancak o adamın yüzünü bilfiil gördüğünde elde etmiş olacaktır.  Bu anlamda istidlale dayalı iman duvardaki adamı görmeden diğer karinelerle bunu bilmesi iken keşfe dayalı iman duvardaki adamın yüzüne ve hallerine doğrudan bakarak bilmektir. Klasik bilme hiyerarşisinde istidlali iman ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn mesabesinde iken keşfe dayalı iman hakka’l-yakîn mertebesi anlamına gelmektedir.[6]

Aksarâyî imanın erkânını, şartlarını ve hükümlerini bilmeden sadece iman ettim demekle imanın sahih olmayacağını düşünmektedir. Ona göre iman etmenin gerçekten ne anlama geldiğini bilmeyen kişinin tahkiki imanı elde etmesinin imkânı yoktur. İmanın anlamı bilinmeden ibadetlerin gerçek anlamlarının da bilinmeyeceğini düşünen Aksarâyî, amellerin anlamlı bir şekilde yapılmasının yolunun imanın anlamını bilmekten geçtiğini düşünmektedir.

İmanın önemli ilkelerinden biri İslam şeriatının belirlemiş olduğu ibadetleri, helalleri ve haramları kabul etmektir. Bu anlamda biri İslam’ın hukuki ve ibâdî bir ilkesini inkâr etse bu onun imanını da problemli hale getirir. Ancak bir insan belli ibadetleri inkâr etmemesine rağmen herhangi bir sebepten ötürü o ibadeti yerine getirmese bu durum onun iman dairesinin dışına çıkmasına sebep olmaz. Ancak şunu da hatırlamak lazım ki bir insan İslâmî şiarlardan ve ibadetlerden tamamen habersizse onun imanının da mükemmel olması imkânsızdır.

Aksarâyî hurafeler konusunda insanları bilinçlendirmeye çalışmış; özellikle kâhin, müneccim ve falcıları tasdik etmenin insanı küfre götüreceği konusunda insanları uyarmıştır.[7] Aslında yaşadığımız çağda bu problem hala canlılığını korumaktadır. İnsanların bir kısmı buradaki haramı dikkate almadan bu hurafelerden ya kazanç elde etmekte yahut böyleleri tarafından kandırılmaktadırlar. Ancak konuyla alakalı daha derin bir problem söz konusudur. O da sihir, büyü ve falcılığın ontolojik bir gerçekliğe sahip olduğunu düşünmek. Bu problem çok daha ince ve derinlikli bir problemdir. Aksarâyî bu problem konusunda halkı bilinçlendirmek için “Bunlara (hurafelere) gerçek demek küfürdür.” ifadelerini kullanmaktadır. Günümüzde bazı Müslümanlar aslında sihir, büyü vb. hurafelerin ontolojik bir gerçekliğe sahip olduğunu ancak bunların nas tarafından nehyedildiğini düşünmektedirler. Bu görüş isabetli bir görüş değildir. Zira eğer sihir büyü veya falcılığın ontolojik bir gerçekliği olsaydı bu Allah’ın âlemdeki sistemine alternatif bir sistemi kabul etmek anlamına gelir. Bundan dolayı İslam düşüncesinde bu tür hastalıklar şirk olarak değerlendirilmiştir. Şirk Allah’a ortak koşmak anlamına gelir. Esasında falcı ve büyücülerin önemli bir kısmı Allah’a inandıklarını hatta Allah’ın kendilerine bu yeteneği verdiklerini düşünmektedir. Bu açıdan bakıldığında neden bunların işledikleri günah şirk olarak değerlendirilsin ki? Zira şirkin tanımı Allah’ın varlığını kabul etmenin yanında başka ilahlar da kabul etmektir. Bunların müşrik olarak değerlendirilmelerinin esas nedeni yaptıklarıyla sünnetullaha aykırı bir sistem teklif etmeleridir. Aksarâyî’nin kullandığı ifadelerle halkta bu hassasiyeti oluşturmaya çalıştığı söylenebilir.

Aksarâyî, Tanrı-âlem tasavvuru konusunda İslam filozoflarının değil kelamcı düşünürlerin görüşlerini yeğler. Bilindiği üzere İslam filozofları âlemin Tanrının zatının zorunlu sonucu olduğunu düşündüklerinden dolayı âlemin sonradanlığını dolayısıyla da hudûsunu reddetmişlerdir. Kelamcılar ise Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde geçen Tanrı âlem ilişkisinin ancak hudûs anlayışı üzerine bina edilebileceğini düşünmektedir. Bu anlamda Aksarâyî’nin kelam nosyonuna sahip olduğunu söylemek mümkündür.[8] Âlemin mutlak yokluktan kasıt ve irade ile yaratılmış olduğu görüşü üzerine inşa edilmiş olan hudûs teorisi Tanrı âlem arasındaki ilişkiyi ilâhî sıfatları intaç edecek bir şekilde tesis etmişlerdir. Bundan dolayı Aksarâyî Allah’ın zatına ilave sıfatları kabul etmektedir. Muʿtezilî düşünürlerin “eğer ilâhî sıfatları Allah’ın varlığına ilave manalar olarak kabul edersek bu sıfatlar ya hâdis yahut kadim olacaktır. Eğer hâdis oldukları düşünülürse bu durumda Allah’ın hâdis özellikler taşıdığı anlamı çıkacak ve ilâhî tenzihe bu durum halel getirecektir. Kadim oldukları düşünüldüğünde ise bu durum çoklu kadimler problemini gündeme getirecektir. Bundan dolayı meânî sıfatların reddedilmesi gerekir.” şeklindeki Muʿtezilî tavır yerine Ehl-i sünnetin kemal sıfatları Allah’a nispet etme görüşünü yeğlemektedir. İlahi meânî sıfatlara Muʿtezile’nin getirmiş olduğu eleştiriye ise Aksarâyî Ehl-i sünnetin klasik “sıfatlar ilâhî zatın ne aynıdır ne de gayrı” anlayışını yeğlemektedir. [9]

Aksarâyî’nin öne çıkan görüşlerinden biri semavi (ilâhî) kitapların yaratılmışlığı problemi hakkındadır. Bilindiği üzere Muʿtezile kelamcılarının Tanrı tasavvurlarının bir sonucu olarak ortaya koymuş oldukları Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğu görüşüne Ehl-i sünnet genel anlamda Kur’ân’ın mahluk olmadığı iddiasıyla muhalefet etmişlerdi. Bir Ehl-i sünnet müntesibi olan Aksarâyî de ilâhî kitapların mahluk olduğunu düşünenlerin imandan nasiplenemeyeceklerini düşünmektedir. Ehl-i sünnete bir başlık ayıran Aksarâyî İmamı Azam’ın (ö. 150/767) “iki ihtiyara (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) tazim göstermek ve iki güveyi de (Hz. Osman ve Hz. Ali) sevmek ve iki edik üzerine meshetmektir.”[10] ifadelerini alıntılar. Bu durum Aksarâyî’nin Ehl-i sünnet anlayışına bağlılığının bir bakıma ifadesi anlamına gelir.

Aksarâyî insan fiilleri konusunda Ehl-i sünnet anlayışının tabiri caizse kırmızıçizgisi anlamına gelen insan fiillerinin yaratıcısının Allah olduğu görüşünü savunur. Ona göre kul her ne kadar isteği ve kesbiyle bir fiile iştirak etse de insan kendi fiilinin yaratıcısı olamaz.

Nübüvvet ile ilgili düşüncelerini Aksarâyî Hz. Peygamber’in bir hadisini tahlil ederek ortaya koymaya çalışmıştır. Hadîs-i şerifte Allah resulü; “Bir insan Allah resulünü oğlundan, kızından, anasından, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mümin olamaz.”[11] Aksarâyî bu hadisi “buradaki muhabbetin tabii muhabbet olmadığı aksine akli muhabbet olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Aksarâyî’nin buradaki akli muhabbet ifadesiyle tam olarak neyi kastettiği konusunda farklı düşünülebilir. Ancak olayın neresinden bakarsak bakalım Aksarâyî’nin ifadeleri üzerinde imali fikir edilmesi gerekmektedir. Yaşadığımız çağda insanların önemli bir Allah resulünün biyolojik yapısı üzerinden bir muhabbet ilişkisi kurmaktadır. Peygamberimizin sakallarının ayak izlerinin giydiği elbiselerin insanlar tarafından tazimle karşılanması böylesi bir anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa peygamberimizin biyolojik ve fiziki özelliklerinden ziyade onun getirmiş olduğu dini ve ahlaki ilkeler üzerinden onunla bir muhabbet ilişkisi kurulmalıdır. Bu anlamda Aksarâyî’nin “akli muhabbet” tabirini Allah resulü ile evrensel ahlaki ilkeler üzerinden bir muhabbet kurmak gerekir. Durum böyle olunca bahsi geçen hadîs-i şerîfin anlamı şöyle olmaktadır: Hz. Muhammed’in (as)  getirmiş olduğu nebevi ilkeleri, siz akrabalık ilişkilerinizden, menfaatlerinizden, korkularınızdan ve beklentilerinizden önde tutmadığınız sürece Hz. Muhammed’i gerçekte anlamış sayılmazsınız. Öyle anlaşılıyor ki hadiste Allah resulü kendisini bu evrensel ahlaki ilkelerle özdeşleştirmektedir (Bknz. Tam metin).

KAYNAKÇA

  • Aksarâyî, Abdurrahman. İmâdu’l-İslam. Sad. Mehmet Rahmi. İstanbul: Sağlam Yay., 1990.
  • Arpaguş, Hatice K. Osmanlı ve Geleneksel İslâm. İstanbul: İFAV, 2014.
  • “İmâdü’l-İslâm” Türkiye Diyanet vakfı İslam Ansiklopedisi. Erişim, 12.09.2021.
  • Fığlalı, Ethem Ruhi. “Hârîcîler” Türkiye Diyanet vakfı İslam Ansiklopedisi. Erişim, 12.09.2021.
  • Hatipoğlu, Yûnus. Namazı Terk Etmenin Hükmü İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi. Diyarbakır: Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim, Dalı Hadis Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.
  • [1] Hatice K. Arpaguş, Osmanlı ve Geleneksel İslâm (İstanbul: İFAV, 2014), 25-26; a mlf., “İmâdü’l-İslâm” Türkiye Diyanet vakfı İslam Ansiklopedisi (Erişim, 12.09.2021).
  • [2] Abdurrahman Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, Sad. Mehmet Rahmi, (İstanbul: Sağlam Yay., 1990), 21vd.; Arpaguş, “İmâdü’l-İslâm”.
  • [3] Ethem Ruhi Fığlalı, “Hârîcîler” Türkiye Diyanet vakfı İslam Ansiklopedisi (Erişim, 12.09.2021).
  • [4] Ankebut 29/45.
  • [5] Yunus Hatipoğlu, Namazı Terk Etmenin Hükmü İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi (Diyarbakır: Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim, Dalı Hadis Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi), 15.
  • [6] Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, 21.
  • [7] Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, 25.
  • [8] Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, 27.
  • [9] Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, 27.
  • [10] Aksarâyî, İmâdu’l-İslam, 39.
  • [11] Buhari, 1926: “İman”, 7.

Madde Yazım Bilgileri:
Yazar: Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin KAHRAMAN
Anahtar Kelimeler: Kelâm, itikâd, İmâdü’l-İslâm, Abdurrahman Aksarâyî.