Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî
(ö. h.903/m.1497-98)
Aksaraylı Halvetî şeyhi

Devrine yakın kaynaklara göre Fahreddîn-i Râzî’nin (ö. h. 606/m.1209) dördüncü batından evladı olan Cemâleddîn-i Aksarâyî (ö. h. 791/1388-89?) neslindendir. “Çelebi Halîfe” diye de şöhret bulmuştur. Muahhar kaynaklarda adı Mehmed; lakabı Hamîdüddîn; künyesi, Ebü’l-Füyûzât olarak kaydedilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki daha sonra müritleri, bazı özelliklerini göz önüne alarak ona bu isimleri vermişlerdir. Sinâneddîn Yûsuf, “Kazaskerzâde” olduğu için “Çelebi” dendiğini söylemektedir. Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin, Amasya’da Şadgeldi Paşa’ya (ö. h.783/m.1381) Kazaskerlik yaptığı bilinmektedir. Dedesinin bu görevde bulunmasından dolayı ona Çelebi dendiği düşünülebilir.

Doğum tarihi bilinmeyen Çelebi Halîfe’nin; bazı yazarlar, Aksaraylı olduğunu fakat Amasya’da doğduğunu ileri sürmektedirler. Oysa eski kaynaklarda, mesela Çelebi’nin müridi Sinâneddîn Yûsuf, Tezkire-i Halvetiyye’de, Nişancı-zâde Mehmed Paşa, Mir’at-ı Kâinât’ta Aksaray doğumlu olduğunu açık açık yazmaktadırlar. Çelebi Halîfe’nin Aksaray’dan Amasya’ya gitmesi, II. Bâyezîd’in burada valilik yaptığı döneme rastlamaktadır. Şu hâlde Aksaray’da doğduğunu söyleyen yazarların haberlerini doğru kabul etmek gerekmektedir.

Çelebi Halîfe’nin birçok eserde, diğer Cemâliler’le akrabalık derecesinin karıştırıldığı görülmektedir. Buna eski kaynaklarda da rastlanmaktadır. Sinâneddîn Yûsuf, onun Zenbilli Ali Cemâlî Efendi ile Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa’nın yeğeni olduğunu nakletmektedir. Söylenenin aksine o, Ali Cemâlî Efendi’nin amca oğlu; Pîrî Mehmed Paşa’nın da babasıdır. Hulvî, bu hususu biraz daha temkinli olarak eserine alır. Pîrî Mehmed Paşa ile Müftü Ali Çelebi’yi onun akrabası gösterir fakat akrabalık derecelerini söylemez.

Çelebi Halîfe, isim benzerliğinden dolayı çağdaşı Cemâlîler’den bazılarıyla aynı şahıs gibi de görülmüş, hayatları ve eserleri birlikte değerlendirilmiştir. Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi adlı eserinin değişik yerlerinde onu, yeğeni Muhyiddîn Mehmed Çelebi ile karıştırmış; ondan aldığı bilgileri kritik yapmadan eserine alan İbrahim Hakkı Konyalı, Çelebi Halîfe ile ilgili doğru bilgileri güvenilir kaynaklarda hatta belgelerde gördüğü hâlde bunlara itibar etmemiş; te’vil yoluna giderek onu, yeğeni Muhyiddîn Mehmed Çelebi ile aynı kişi olarak kabul ederek eserlerinde ısrarla Hüseyin Hüsameddin’in hatalarını sürdürmüştür. Amca oğlu olup “Cemâl Halîfe” diye de anılan Cemâleddîn İshak-ı Karamânî ile de karıştırılmış; Cemâl Halîfe’nin eserleri, sanki Çelebi Halîfe’ninki imiş gibi kaydedilmiştir. Hoca Sadeddîn’in Tâcü’t-Tevârîh adlı eserini sadeleştirerek yayınlayan İsmet Parmaksızoğlu, kaynaklarda açıklıkla belirtildiği hâlde, İshak-ı Karamânî’nin kitaplarını, Çelebi Halîfe’nin eserleri arasında göstermiştir.

Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî, ilk tahsiline doğum yeri olan Aksaray’da başlamış; Konya’da devam etmiş; İstanbul’da ise tahsilini tamamlamıştır. Harîrî-zâde’ye göre İstanbul’a gelince tahsille meşgul olmuş ve devrin ulemasından ders almıştır. Tayşi, kaynak göstermeden Efdal-zâde Hamîdüddîn Efendi’den (ö. h.903/m.1497) öğrenimini ikmal ettiğini yazmaktadır. Bundan sonra uzun müddet “mevâlî-yi i’zâma” hizmet edip mülâzemet süresini bitirince bir süre müderrislik yapmıştır. Zâhirî ilimlerden beklediğini bulamayınca arayış içine girmiş, medresede Telhîs’in Muhtasar adlı şerhini okuturken bu kitapta gördüğü takva derecesinden etkilenerek tasavvufa girmeye karar vermiştir. Bir şeyhe gitmeden bu işi kendi başına gerçekleştirmeye çalışmış; önce bir süre “mücâhede ve riyâzetle” meşgul olmuştur. Ama çok geçmeden bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç hissetmiş; Zeyneddin Hafî’nin (ö. h.838/m.1435) kurduğu Zeyniyye Tarikatı’nın o zaman İstanbul’daki şeyhi olan Hacı Halîfe demekle ünlü Seyyid Abdullah’a (ö. h.894/m.1488-89) bağlanmıştır. Kısa zamanda sülûkünü tamamlayarak ondan hilâfet icazeti almıştır. Bu tarikatta aradığını bulamayınca hakiki mürşidini bulmak için şeyhinden münasip bir lisanla izin alıp İstanbul’dan çıkmış; belde belde, şehir şehir gezip her karşılaştığı şeyhin eteğine yapışmıştır. Sinâneddîn Yûsuf, sonunda Halvetiyye şeyhlerinden Tahir-zâde’ye intisap ettiğini zikretmekle birlikte başka kaynaklar; onun, Karaman’da yani Konya’da ikamet etmekte olan Şeyh Alâeddîn-i Halvetî’nin (ö. h.867/m.1462) hulefasından Abdullâh Halîfe ile buluştuğunu yazmaktadırlar. Çelebi, onun yanında bir süre halvet eylediğinden başka Hulvî’ye göre; “Keşfü’l-kubûr” yani kabirlerin keşfiyle ilgili ilmi öğrenmiş; orada iken, Konya’ya gelen Şeyh Alâeddîn’le görüşüp ona hizmet etmiştir. Çok geçmeden Şeyh Alâeddin ve Abdullah Halîfe arka arkaya vefat edince yine yollara düşmüş; bu defa kerametleri herkesçe bilinen ve Tokat’ta ikamet eden Halvetiyye şeyhlerinden Tâhir-zâde’ye gidip intisap etmiş; onun yanında kaldığı süre içinde Şeyh, önce onu taş ve toprak işlerinde amele gibi çalıştırmıştır. Bu durum medreseyi bitirmiş, müderrislikten gelmiş bir ilim adamı için kabul edilir cinsten bir muamele değildir. Ama bu eğitim tarzı, nefsin isteklerine gem vurmak için konmuştur. Aksi takdirde maksat hâsıl olmayacaktır. Ameleliğin arkasından Şeyh Efendi, birkaç arkadaşıyla ona bir çukur açtırıp halvet buyurur. Çelebi’nin dışındakiler, dayanamayıp kaçarlar. O, sabırla kendisine verilen emri yerine getirir. Riyazete devam eder. Manevi mertebeleri aşarak yakinlik derecesine ulaşır ve erba’îni tamamlar. Sinâneddîn Yûsuf’a göre, müridinin iradesini kullanarak kısa sürede, beklenenden çok önce manevî yolu aştığını gören Tâhir-zâde, bundan sonra kendisine verecek bir şeyi bulunmadığı ve onun boşa vakit geçirmesini istemediği için, “ben(im) seni irşâda istidâdım yokdur. Seyyid Yahyâ’ya varmak lâzımdır” deyip, onu Halvetiyye’nin mürşidi Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’ye (ö.1466) gönderir. Bu bilgi, Sinâneddîn Yûsuf dışındaki kaynaklarda yoktur. Başta Mecdî olmak üzere, dönemin kaynaklarının hemen tamamı Çelebi Halîfe’nin, Tokat’tan ayrılışını, Tâhir-zâde’nin ölümüne bağlamaktadırlar. Hulvî ve Hoca-zâde Ahmed Hilmi ise Tâhir-zâde’nin vefatı ile Çelebi Halîfe’nin ondan tam anlamıyla marifet nûrunu elde edemediği için tekrar arayış için girdiğini yazmaktadırlar. Sinâneddîn Yûsuf’un, Çelebi Halîfe’ye yetişmiş ve hizmet edip sohbetini dinlemiş bir mürit olarak bu gelişmeleri daha yakından bildiğini kabul ederek onun nakli doğru kabul edilebilir.

Şeyh Mehmed Cemâlî’nin Tokat’tan çıktıktan sonra yaptıkları da farklı anlatılmaktadır. Hoca Sadeddîn ve Câmî, Tâhir-zâde’nin ölümünden sonra Şirvân’da Seyyid Yahyâ’nın hizmetinde bulunmak düşüncesiyle yola çıktığını; yolu üzerinde bulunan Erzincan’a uğrayıp Pîr Mehmed-i Erzincânî ile görüştüğünü; ondan izin alıp Şirvan yönüne hareket ettiğini yazmaktadırlar. Bunlar, Seyyid Yahyâ’nın yanına gitmek üzere Tokat’tan ayrılmasına işaret ederek Sinâneddîn Yûsuf’un söylediklerine kısmen katılmış olmaktadırlar. Belli ki Çelebi Halîfe, Tâhir-zâde’nin işareti ile Şirvân’a gitme hazırlığı içinde iken şeyhi vefat etti. Şirvân yolunda iken Pîr Mehmed’i Erzincan’da ziyaret edip yoluna devam edecekti. Nitekim Hulvî, bu yolculuğun Tâhir-zade’nin ölümünden sonra gerçekleştiğini yazmakla birlikte Çelebi Halîfe’nin ısrarla Şirvân’a gitmek istediğine dair verdiği bilgiyle konu biraz daha açıklık kazanmaktadır. Ona göre, Tâhir-zâde vefat edince, Çelebi Halîfe, Seyyid Yahyâ’ya hizmette bulunmak maksadıyla Şirvân’a doğru yola çıktı. Yolu Erzincan’dan geçtiği için Pîr Mehmed, “Çelebi! Burada kalsaydınız iyi olurdu. Belki murâdınız gerçekleşirdi. Zîrâ, Seyyid Yahyâ hazretleri yaşlanmışlardır. Belki de vefâtları yakındır. Ayaklarınızın kabardığı ve yorulduğu ile kalırsınız. Bizim hissemize düşen hâl size kâfi görünür” dedi. Onun ısrarlarına rağmen Çelebi Halîfe, büyük bir aşkla yollara düştüğü için olacak, bu ikaz mahiyetindeki sözleri anlamadı. Şeyh’le vedalaşarak Erzincan’dan ayrıldı. Bir rivayete göre; Erzincan’dan iki konak ötede, bir rivayete göre ise; Şirvân’a vardıktan sonra Seyyid Yahyâ’nın ölüm haberini aldı. Sinâneddîn Yûsuf, onun şeyhin cenaze namazında hazır olduğunu; “kabri üzere istihâre edip müteveccih” olunca, Seyyid Yahyâ, manevî olarak, “Çelebi! Ma‘rifetullâhı Pîr Mehmed’e teslîm eyledik, senin nasîbin oldur. İstediğün andadır. Var emânetin al” diyerek, Pîr Mehmed-i Erzincânî’ye intisap etmesini işaret buyurur. Bunun üzerine Çelebi Halîfe, Erzincan’a döner.

Şeyh Mehmed Cemâlî, Pîr Mehmed’in yanında bir süre kaldı. Ondan hilâfet icazeti aldıktan sonra Tokat’a gitti. 1463’e doğru Amasya’ya görevli olarak gönderildi. O sırada Şehzade II. Bâyezîd, bu şehirde vali idi. Şeyh Çelebi’ye Amasya’da Hâce-i Sultânî Zâviyesi şeyhliği verildi. Amasya’da iken, h.879/m.1474’te Pîr Mehmed-i Erzincânî’nin ölümü üzerine, onun yerine Halvetiyye şeyhliğine getirildi. Şehzâde Bâyezîd, onun zaman zaman sohbetlerine katılıyordu.

II. Bâyezid, 1481’de Fatih vefat edince İstanbul’a gelmiş; tahta oturmuştu. Birkaç sene sonra Çelebi Halîfe’yi başkente davet eden mektuplar gönderdi. Sinâneddîn Yûsuf, bu çağırı üzerine onun, “Varalım İstanbul’u görelim ve belki tâlib-i Hakk olan ‘ulemâ zümresinden nice kabil-i vücûdı sayda müyesser ola; Hulvî ise, “Ülü’l emre itâ’at lâzım geldi” diyerek İstanbul’a hareket ettiğini söylemektedir. Şeyh Cemâlî, Amasya’dan yüz kadar müridiyle İstanbul’a hareket eder. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Üsküdarİskelesi’ne gelir. Devlet erkânı, Şeyh’i hürmetle karşılarlar. Fatihsemtinde Haliç yakınındaki Ayvansaray mevkiinde, Gül Camii civarında, Kapıcıbaşı Mustafa Ağa’nın sarayında misafir edilir. Geçici olarak vaaz yapması ve halkı aydınlatması için Gül Camii kendisine tahsis edilir. Amasya’dan sadık müridi olan Kapıcıbaşı Mustafa Ağa, Çelebi Halîfe’nin İstanbul’da devamlı kalmasını rica edince Şeyh, Yedikule semtindeki Kızlar Kilisesi’nin kendisine hânkah olarak yaptırılıp tahsis edilmesini; hânkahın şeyhliğini de kendisine devlet bütçesinden “ta‘yin-i akçe olmazsa” kabul edeceğini söyler. II. Bâyezîd devrinde (1481-1512) veziriazamlığa kadar yükselen Mustafa Ağa, Çelebi’nin isteklerini kabul eder. Padişah’tan Kızlar Kilisesi’ni ister. Padişah, burayı Şeyh’e hânkah yaptırılması şartıyla bağışlar. Veziriazam 1486’da harap durumdaki eski yapıyı onartıp 40 adet hücreli büyük bir hânkah haline getirir. Sinâneddîn Yûsuf’a göre Çelebi Halîfe, bu dergâhta dokuz yıl faaliyette bulunmuştur.

II. Bâyezîd devrinde, bazı kaynaklara göre taun bazılarına göre deprem bazılarına göre ise hem deprem hem de taun salgını meydana gelmişti. Padişah, mevcut âfetin bertaraf edilmesi için Şeyh’i, yanında kırk dervişi bulunduğu halde hacca gönderir. Tebükmenziline vardıklarında hastalanan Şeyh Mehmed Cemâlî, dervişleri toplayıp vasiyetini yapar. Yerine Sünbül Efendi’nin posta oturmasını, kızı Safiye Hatun’u Sünbül Efendi’ye nikâhlamalarını; kabrini hacıların geçtiği yol üzerine kazmalarını fakat “bî-nişan” kılmalarını tembihledikten sonra ruhunu teslim eder (h. 903/m.1497-1498).

Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî, klasik anlamda sofî olmayıp, iyi bir medrese eğitimi almış, bilgi üretecek düzeyde bir âlim ve düşünürdü. Çağının fikir ve siyasetine yön verecek seviyede bir ilim, tarikatte içtihat yapacak derecede bir tasavvuf adamıdır. Halvetiyye’de yeni bir şube olan “Cemâliyye”yi kurması, onun tekrarcılıktan uzak bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Türkçe’yi çok iyi kullanan, hikmetli sözleriyle insanları hakikate ulaştıran ve devrinin önde gelen müfessirlerinden olan Çelebi Halîfe’nin âyetleri tefsiri, alışılmışın dışında, tasavvufîdir. Meselâ: “Allah’ın mescitlerini sâdece, Allah’a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah’tan korkan kimseler onarır” mealindeki âyetin tefsiri, ona göre şöyledir: “Mescitten murâd, mü’minin kalbini kötülüklerden temizleyerek imâr etmesidir.” Çelebi, bu âyetin geniş anlamda düşünülmesi için bazı şeylerin bilinmesi gerektiğini söyler: “Kişinin Tevhîd-i ef‘al ve Tevhîd-i sıfâtı anlamış, bilmiş olması lâzımdır. Sâlik, eşyanın hikmetini ve sırlarını ve her birinin isminin mazharlarını bilmeyince, onların tecellisinin hangi sıfattan olduğunu bilmez. O hâlde, o ma‘nânın genişliğini düşünemez. Sâdece tasdik ile ilâhî hikmetlere ulaşılamaz”. Onun âhirete dair düşünceleri de oldukça ilginçtir. Bu konuda şöyle der: “Âhiret günü endişesi, diliyle ikrâr eden âvâm kişilerde mevcutdur. Havâs’da ise, derûnunda karar kılar. Sâlike onların pertev ve derûnlarından görüp, eserlerinin vücûduna yayıldığını müşâhade etmesidir. Bunun alâmeti huşû ve hudû’dur. Sâlik, yaşamasına yetecek miktarda kanaat ehlinden olmalıdır”. Hac konusundaki görüşleri de tasavvufî olup halkın anlayışından biraz farklıdır. Bunu şöyle açıklar: “Dervişler Beytullâh’ı ziyâret için yola çıktıklarında, eğer murâdlarına erişmeden hac yolunda vefat ederlerse, her sene bir hâc sevâbı onların hayır defterlerine yazılmıştır”.

Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî, örnek ahlakı ve tasavvuftaki yüksek derecesinden ötürü “Kutup”luk makamına ulaşmış bir zattır. Onun büyük gayretleri sonucu Halvetiyye Tarikatı, geniş alanlara yayılarak kitleleri etkisi altına almıştır. Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeki Anadolu ve Rumeli’de bu tarikatı tanıtanların başında Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’nin halifelerinden Çelebi Halîfe gelmektedir. O, Anadolu’da tasavvufla ilgili bazı gelişmelerin de öncüsüdür. Onun eser kaleme alan müritleri, biraz da mübalağaya kaçarak, “Zühd ve takvâ ve ma‘rifet ve ̍aşk ve cezbe-i mevhibet mecmû‘an Çelebi ile Rûm’a (yani Anadolu’ya) gitmişdir” demektedirler. Aslına bakılacak olursa İslâmiyet’in tasavvuf yolunu Anadolu’da ilk duyuran Şeyh Mehmed Çelebi değildir. Ondan yıllarca önce; Mevlânâlar, Yûnuslar, Hacı Bektâş-ı Velîler gibi büyük erenler, Anadolu halkına bunu öğretmişlerdir. Çelebi Halîfe’nin hizmeti Halvetiyye açısından değerlendirildiğinde bu söylenenler doğru kabul edilebilir.

Şeyh Mehmed Çelebi’nin Osmanlı Ülkesi’nde yaptığı en büyük hizmet, Şah İsmail’in başında bulunduğu Safevîliğin propagandalarına karşı Anadolu halkını eğitmiş olmasıdır. Tahsin Yazıcı’ya göre, Kızılbaşlığın zuhuru ile İran’da tutunma imkânı kalmayan Halvetiyye mensupları, geldikleri Anadolu’da, şeri’ata bağlılıklarından dolayı kısa sürede tutunup; Osmanlı Devleti’nde yıkıcı sayılan Safevîliğe karşı sigorta görevi yapmışlardır.

Çelebi Halîfe, şeyhi bulunduğu Halvetiyye’nin yayılması için en müsait ortamı, İstanbul’da iken bulmuştur. Bu imkânı ona, II. Bâyezîd sağlamıştır. O, Fatih’in fethederek devletin merkezi hâline getirdiği İstanbul’da Türk-İslam kültürünü yayarak şehrin manevi mimarları arasında yer almıştır.

Halvetiyye’nin ana kollarından olan Cemâliyye, Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî tarafından Halvetîliğin ikinci Pîri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’ye silsilesi ulaşacak şekilde kuruldu. Dolayısıyla Cemâliyye Tarikatı’nın adap ve erkânı Halvetiyye’ye benzemektedir. Vefatından sonra onun yolundan gidenler de Cemâliyye’ye benzer yeni tarikatlar kurmuşlardır. Bunlar; Sünbüliyye, Şabaniyye, Assaliyye ve Bahşiyye’dir.

Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî, devrinin ünlü mutasavvıf şairlerindendir. Mahlası “Cemâl-i Halvetî”dir. Yazma bir mecmuada yer alan şiirinde, “Cemâlî Halvetî” şeklinde yazılmıştır. Mecmuadaki şiirini eserine aynen alan Sinâneddîn Yûsuf, mahlasının “Cemâl-i Halvetî” olarak kaydetmiştir. Sinâneddîn Yûsuf’un Çelebi Halîfe’ye yetişip, onun hizmetinde bulunduğuna göre, mahlası doğru olarak “Cemâl-i Halvetî”dir denebilir. Şiirleri ağızdan ağıza dolaştıkça, bazı değişikliklere uğrayacağı, bu arada mahlasının da aynı şekilde farklı biçimlerde yazılacağı gözden uzak tutulmamalıdır. Burada bir şeyi daha hatırlatmada fayda var. “Cemâl-i Halvetî ” mahlaslı şiirlerin, “Cemâlî” mahlaslı başka şiirlerle karıştırılmaması gerekir. Çünkü Osmanlı devrinde “Cemâlî” mahlasıyla şiir yazmış birçok şair bulunmaktadır.

Çelebi Halîfe’nin bütün şiirlerinin toplandığı bir divanı bulunmamaktadır. Sadeddin Nüzhet Ergun, şiirlerinin değişik mecmualarda, dağınık halde bulunduğunu ve yirmi ikisini gördüğünü yazmaktadır. M. Cunbur da günümüze kadar gelen şiirlerinin on yedi kadar olduğu görüşündedir. Ergun’un verdiği rakam, Cunbur’un söylediği sayının üzerinde şiirlerinin bulunduğuna işaret etmektedir. Bunlardan başka Süleymaniye Ktb. Esat Efendi, no. 2709’da kayıtlı “Cemâl-i Halvetî Dîvânçesi”nde on sekiz şiiri kaydedilmiştir. Şiirlerini sade bir Türkçe ile tasavvufî telkinlerde bulunmak için aruz vezniyle yazmış, birçoğu bestelenip tekkelerde okunmuştur. Şiirleri dışında manzum eserlerini de M. Cunbur tespit etmiştir. Millî Kütüphane’deki yazma koleksiyonlar arasında A 3264 numarada kayıtlı, mesnevî tarzında altı Türkçe eseri, bir mecmuanın içinde bulunmaktadır. Bunlar; Cevâhirü’l-Kulûb, Çeng-nâme, Risâle-i Teşrîhiyye, Risâle-i Fakriyye , Risâle-i Sûfiyye, Risâle-i Etvâr-ı Seb‘a’dır.

Nişancı Mehmed Paşa’nın “gayet ehl-i ‘ilm ve meşhûrdur” dediği Çelebi Halîfe, Arapça, Farsça ve Türkçe ile tasavvufî içerikli olarak tefsir, hadis ve te’vil ilimlerine dair yazdığı eserlerle de şöhret yapmıştır.

Çelebi Halîfe’nin ne kadar eserinin bulunduğu tam olarak bilinememektedir. Bu sebeple, dedelerinden Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin yazdığı bazı eserlerle Çelebi Halîfe’ninkinin karışması ihtimâlini gözden uzak tutmamak gerekir. Mehmet Tahir, 21, Tayşi ise İstanbul’daki kütüphanelerde 31 adet kitabını tespit etmiştir. Eserlerde adı geçip şu anda nerede oldukları bilinmeyenlerle birlikte bu sayının iki katına çıkma ihtimali vardır. Manzum eserlerinden başka şimdilik şu mensur eserleri bilinmektedir: Şerh-i Müşkilâtü’l-Kur’âni’l-Kerîm ve Şerh-i Müşkilât-ı Ehâdis, Şemsiyye fî-Te’vîli’l-Kelimâti’s-Sıddîkiyye, Tefsîrü’l-Fâtihâ ve’d-Duhâ, Risâle-i Hüviyyetü’l-Mutlaka, Te’vîlu Hubbü’d-Dünyâ Re’sü Külli Hatî’etin, Kitâbu’n-Nûriyye, Risâletü’l-Kevseriyye, Tefsîrü Sûre-i-ve’d-Duhâ ilâ Sûreti’n-Nâs, Envârü’l-İlâhiyye, Risâletü’l-İslâmiyye, Sirâcü’s-Sâlikîn ve Minhâcü’t-Tâlibîn, Envârü’l-Kulûb li-Talebi Rü’yeti’l-Mahbûb, Esrarü’l-Vuzû ̒ , Risâletü’r-Rahîmiyye, Makale-i Teşvîkiyye ve Risâle-i Tevhîdiyye, Hâbbetü’l-Mahâbbe, Şerh-i Hadis-i Erba‘în, Risâle fî-Beyâni’l-Merâtib ve’l-Etvâr, Şerhu Beyti’ş-Şeyhi’l-Ekber, Te’vîlâtu Erba‘îne Hadîsen, Tefsiru Halleka’llâhu Âdeme ‘alâ-sûretihî, Sirâcü’l-Kulûb, Şerh-i Sad Kelime-i Hazret-i Sıddîk-i Ekber, Faslı fî-Âdâbi’z- Zikr, Risâle fî-İsmeyni’l-A‘zameyn “Allâh ve Rahmân”, Tefsîru Âyeti’l-Kürsî, Tefsir-i Sûre-i Fâtiha, Risâle fî-Beyâni’l-Evliyâ, Câmi‘atü’l – Esrâr ve’l-Garâib, Şerh-i Sad Kelime-i İmâm Ali el-Müsemmâ bi-“Zübdeti’l-Esrâr”, Şerhu’l-Beyteyn er-Rabbu Hakkun ve’l-Abdü Hakkun, Nüzhetü’l-Esrâr, Meymenetü’l-Esrâr, Risâle-i Fahriyye.

II. Murat devri ünlü âlimlerinden Karamanlı Mevlânâ Hamza’nın kızı Ayşe Hatun’la evlenen Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî/Çelebi Halîfe’nin şimdilik üç oğlu tespit edilmiştir. Bunlar; Pîrî Mehmed Paşa, Şemseddin Ahmed ve Şeyh Bedreddîn Mahmûd Çelebi’dir. Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz ve Kanûnî dönemlerinde veziriazamlık yapmıştır.

KAYNAKÇA

  • Anonim, Mecmua, Konya Mevlâna Müzesi İhtisas Ktb. no. 5860, 17a; Târîh-i Tevkiî, yzm. Konya İzzet Koyunoğlu Ktb. no. 13385, vr. 55a.
  • Cunbur, M. (1994). Çelebi Halife Cemâl-i Halvetî Hayatı ve Eserleri. Aksaray ve Cemaleddin-i Aksarayî Sempozyumu. İstanbul.
  • Çalıkoğlu, M. Â. (1960). Sünbül Efendi ve Merkez Efendi. İstanbul.
  • Harîrî-zâde Mehmed Kemâleddin Efendi. Tıbyân Vesâili’l-Hakaik fî-Beyâni Selâsili’t-Tar’aik, I, yzm. Süleymaniye Ktb. İbrahim Efendi, no. 430.
  • Hoca Sadeddin Efendi (1280). Tâcü’t -Tevârîh. C. 2. İstanbul; Hulvî, Lemezât, vr. 161b; Hüseyin Hüsâmeddin (1927). Amasya Tarihi. C. 3. İstanbul.
  • Mehmed Tahir (1333). Osmanlı Müellifleri. C.1. İstanbul.
  • Taşköprî-zâde, Şakaiku’n-Numâniye, TSMK, Revan, no. 1435, vr. 173a.
  • Tayşi, M.S. (1994). Çelebi Halife. Aksaray ve Cemâleddin-i Aksarayî Sempozyumu.
  • Uludağ, S. (1997). Halvetiyye. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (C. 15, s. 93-395). İstanbul: Diyanet Vakfı Yay.
  • Zâkir Şükrî Efendi (1980). İstanbul Derwisch-Konvente Und Ihre Scheiche (Mecmu’â-i Tekâyâ). Freiburg.

Madde Yazım Bilgileri
Yazar: Prof.Dr. YUSUF KÜÇÜKDAĞ

Anahtar Kelimeler: Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî, Çelebi Halîfe, Halvetiyye, Cemâliyye, Aksaray.