CEMÂL-İ HALVETÎ EL-AKSARAYÎ VE “ÇENGNÂME” ADLI ESERİ

Halvetîliğin Anadolu ve İstanbul’da önemli temsilcilerinden biri olan Cemâl-i Halvetî, yaşadığı dönemde bir hayli etkili olmuş, müntesibi bulunduğu Halvetiyye’nin en iyi şekilde temsil edilmesini sağlamış olan bir mutasavvıftır. İsmi, Muhammed bin Mahmûd el-Aksarayî olan Cemâl-i Halvetî, gerek eserleri gerekse eğitim ve irşad faaliyetleriyle dönemin önemli şahsiyetlerinden biridir. Cemâl-i Halvetî’nin Arapça olarak kaleme aldığı risâleleri ve Türkçe şiirleri onun ilmî ve edebî yönünü ortaya koymaktadır. Onun eserlerinden biri de, kâinatın yaratılışındaki ilahî ahengin nazmedildiği “Çengnâme” adlı eseridir. Osmanlı Müellifleri adlı kaynakta “Cenknâme” olarak geçen eserin ismi, eserde yer verilen çengin hikâyesinden hareketle “Çengnâme”dir.

Hamd ü şükr olsun ki her şeyün hüdâ

Gösteren her cünbüşi iden sadâ

Oldu bu bir sırdürür bunu gören

Gördü cân gözüyle görmedi eren.

Tema olarak tasavvuf konularının işlendiği risâlede, âlemdeki ilahî tecelliler, kalbin tavırlarıyla haftanın ay ve günleri arasındaki teşbih gibi konular işlenmektedir. Tasavvuf geleneğinde manevi gelişimin evrelerini ifade eden etvâr-ı seb’a anlayışı ile haftanın günleri arasında ilgi kurulmaktadır. Risâle, müellifin kendisi için dua taleb ettiği, “Fâtiha”nın önemini dile getiren beyitlerle son bulmaktadır.

  1. Cemal Halvetî, Eserleri ve Eğitim-İrşad Faaliyetleri

II. yüzyılda Halvetiliğin önemli temsilcilerinden biri olan Cemâl-i Halvetî, Halvetiyye’nin Cemâliyye kolunun kurucusudur. Cemâl-i Halvetî’nin adı Muhammed bin Mahmud el-Cemalî’dir.[1] Dinî ve aklî ilimler alanında ün yapmış âlimlerden olan[2] Cemaleddin Aksarayî neslinden olması hasebiyle nisbesi “el-Aksarayî”dir.[3]

Cemâl-i Halvetî’nin doğum tarihi bilinmediği gibi nerede doğduğu hususu da ihtilaflıdır.[4] Bir görüşe göre büyük dedesi Cemaleddin’i Aksarayî’ye nisbetle Aksaraylıdır ve Aksaray doğumludur.[5] Diğer bir görüşe göre ise, Aksaraylı olarak bilinmesine rağmen Amasya’da doğmuş ve orada yetişmiştir.[6] Kaynaklarda hem Amasya hem de Aksaray doğumlu olduğu yönünde kayıt bulunan Cemâl-i Halvetî’nin Aksaray’da doğmuş olması gerçeğe daha yakındır.[7] Onun eğitim hayatına dair de kaynaklarda oldukça az bilgi bulunmaktadır. İlk eğitimini doğduğu yer olan Aksaray’da almış olması muhtemeldir. Daha sonra İstanbul’a gelerek ilim tahsilini burada tamamlamış, uzun müddet âlimlerin hizmetinde bulunarak, tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etmiştir.[8] Kaynakların nakline göre iyi bir ilim tahsili almış, bir müddet müderrislik de yapmıştır.[9] Cemâl-i Halvetî, bir görüşe göre daha tahsil hayatı sürerken tasavvufa ilgi duymaya başlamıştır.[10] Nefehât tercümesinde yer verildiğine göre o, Telhîs’in “Muhtasâr” adlı şerhini okurken orada gördüğü takva ölçüsünden etkilenmiş ve tasavvufla ilgilenmeye başlamıştır.[11]

Cemâl-i Halvetî’nin tasavvufa yönelişi ile ilgili nakledilen bir olay vardır. Nakledildiğine göre, kazasker olan bir akrabasını ziyaret ettiği bir zamanda kazasker akrabasına satın alması için el yazması bir Kur’an getirilir. Kazasker Kur’an’ın fiyatının üç yüz akçe olduğunu duyunca pahalı bularak almaz. O esnada satın alması için cins bir at getirilir ve kazasker, fiyatı on bin akçe olduğu söylenen atı hiç itiraz etmeden satın alır. Akrabasının, bir ata Kur’ân’dan daha çok değer verdiğini gören Cemâl-i Halvetî, bu hadise üzerine çok üzülür ve derhal orayı terk eder. Şahit olduğu hadiseden çok incinen Çelebi Halife, yaşadığı bu olay üzerine tasavvufa yönelir.[12] Bir müddet kendi kendine riyâzet ve mücâhedede bulunan Cemâl-i Halvetî,[13] Zeyniyye şeyhlerinden Hacı Halife demekle meşhur olan Abdullah Kastamonî’ye intisab etmiş ve hatta ondan icazet bile almıştır.[14] Daha sonra olsa gerek Karaman’da Alaeddin Halvetî’nin halifesi Abdullah Karamanî’ye intisab edip bir müddet de onun yanında halvette bulunmuştur.[15] Cemâl-i Halvetî, bu şekilde başladığı manevi eğitiminin ilk safhasını Tokat’ta Ümmi şeyh olarak bilinen İbn Tahir’den tamamlar.

Tokat’ta halvetî gelenek üzere irşad faaliyetlerini sürdüren ve Ümmî Şeyh olarak meşhur olan Şeyh İbn Tahir (Tahirzâde),[16] kaynakların nakline göre müridlerini zor bir mücâhede ve riyâzetten geçirirdi.[17] Tasavvuf eğitiminde riyazet için bir çukur kazar, müridlerini burada halvete koyarak terbiye ederdi. Bir seferinde Çelebi Halife ile birlikte kırk kadar dervişi riyazet için bir çukurda halvete tabi tutmuş, ancak Çelebi Halife’den başkası bu zorlu riyâzet ve halveti terk ederek yarıda bırakmıştır. Diğerlerinin terk ettiği bu halvete sadece Çelebi Halife tahammül eder ve sonunda riyâzeti ikmal ile sülûkunu tamamlar.[18] İbn Tahir’den sülûkunu tamamlayan Çelebi Halife, bir rivâyete göre İbn Tahir’in vefatı üzerine[19], bir rivâyete göre de artık kendisine verecek bir şeyi kalmadığını söyleyen İbn Tahir’in yönlendirmesiyle[20] maneviyatını ikmâl için Seyyid Yahya’ya mürid olma arzusuyla Şirvan’a doğru yola çıkar.

Cemâl-i Halvetî’nin Bakü’ye olan bu seyahatinde yolu Erzincan’a uğrar ve Seyyid Yahya Şirvanî’nin halifesi olarak Erzincan’da irşad faaliyetlerini sürdüren Muhammed Erzincanî’nin sohbetlerine bir müddet devam eder. Daha sonra veda edip ayrılmak için izin istediğinde Muhammed Erzincanî kendisine, Seyyid Yahya Şirvanî’nin yaşlı olduğunu, belki de vefatlarının yakın olduğunu söyler. Ancak Cemâl-i Halvetî, büyük bir aşk ve iştiyakla yola devam eder.[21] Yolculuğunun ikinci gününde[22] veya bir başka rivâyete göre Şirvan’a vardıktan sonra[23] Seyyid Yahya’nın ölüm haberini alır. Çelebi Halife, üzüntüyle Erzincan’a geri dönerek Pîr Muhammed Erzincanî’nin hizmetine devam eder.[24] Şeyh Erzincanî’ye intisab ederek ondan maneviyâtını ikmâl eden Cemâl-i Halvetî,[25] sülûkunu tamamladıktan sonra, Şeyh Erzincanî tarafından icazetle irşad için Tokat-Amasya civarına gönderilir. Bir müddet Tokat’ta irşad faaliyetlerinde bulunan Cemâl-i Halvetî daha sonra Amasya’ya geçer[26] ve burada irşad faliyetlerini sürdürür.

İlk irşad faaliyetlerini Tokat’ta sürdüren Cemâl-i Halvetî’nin[27] burada hangi tekkede görev yaptığı hususunda kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Daha sonra Amasya’ya geçen Cemâl-i Halvetî’nin bir rivâyete göre burada vaktiyle Pîr İlyas’ın irşad faaliyetinde bulunduğu Gümüşlüoğlu Tekkesinde irşad hizmetine başladığı yönünde görüşler var ise de[28]  kaynaklarda bu yönde bir bilgi yoktur.[29] Amasya Tarihi’nde Cemâl-i Halvetî’nin Amasya’da irşad faaliyetinde bulunduğu tekke olarak Hoca Sultan Tekkesi zikredilir. Şehzade İkinci Bâyezid’in Amasya’da hocalığını yapmakta olan Şemseddin Ahmet Çelebi tarafından 880/1475 yılında yaptırılan Hoca Sultan zaviyesinin irşad görevi ona verilir.[30] Cemâl-i Halvetî, Amasya’da irşad faaliyetlerini sürdürmekte iken, zamanın Amasya Valisi olan Şehzade Bâyezid ile tanışır. Şehzade Bâyezid’ın kapıcıbaşısı olan Koca Mustafa Paşa, Şeyh Cemaleddin ile Şehzade Bâyezid arasında irtibat kurarak onu Şehzade ile tanıştırır.[31] Daha sonra II Bâyezid tahta çıkınca Cemâl-i Halvetî’yi unutmaz ve yine Koca Mustafa Paşa aracılığıyla kendisini İstanbul’a davet eder. Nakledildiğine göre Cemâl-i Halvetî, yüz kadar dervişi ile beraber Amasya’dan kalkıp Üsküdar’a gelir.[32] İstanbul’da önce Gül Camii, daha sonra da Koca Mustafa Paşa Camii’nde irşad hizmetlerini sürdüren Cemâl-i Halvetî, İstanbul’da Halvetiyye’nin ilk büyük temsilcisi olmuştur.

Cemâl-i Halvetî’nin, vefatına yakın vuku bulan bir belanın def’i için dua etmek üzere Sultan II. Bâyezid tarafından Beytullah’a, hacca gönderildiği şeklinde rivâyetler vardır. Kaynaklarda nakledildiğine göre bu bela, veba (taun)[33], veya deprem,[34] bazı kaynaklara göre ise hem deprem hem de taundur.[35] Cemâl-i Halvetî, hac hazırlıklarını tamamladıktan sonra Mısır’da bulunan halifesi Sünbül Sinan’a Mekke’de kendisi ile buluşmak üzere haber gönderir ve kırk dervişi ile beraber yola çıkar. Şeyh ve dervişleri Üsküdar’a vardıklarında deprem[36] veya veba felaketinin kesilmesi üzerine[37] Sultan Bâyezid, İstanbul’a geri dönmelerini istemiş ise de, Cemâl-i Halvetî, hacca gitmek üzere çıktığı bu yolculuğundan dönmeyeceğini söyler ve dervişleriyle beraber hac yolculuğuna devam eder.[38] Şeyh Cemâl-i Halvetî, hac seyahati esnasında Şam’dan ayrıldıktan sonra, üç konaklık mesafede “Tabut” veya “Tebuk” koruluğu denilen yerde vefat etmiş ve vasiyeti üzere hacıların geçtiği yol üzerine defnolunmuştur.[39] Kaynakların genelinin kabulüne göre vefatı, “Kad Mâte Şâhu Evliya” mısraının da delaleti olan (899/1494)[40] tarihidir.

Cemâl-i Halvetî’nin irfan dergâhından çok sayıda halife yetişmiş ve bunlar irşad faaliyetlerinde bulunmuşlardır.[41] Onun yetiştirdiği şahsiyetler arasında İstanbul tasavvuf kültüründe Sünbül Efendi olarak meşhur olan Sünbül Sinan ve Merkez Efendi olarak meşhur olan Merkez Muslihiddin Efendi gibi halveti geleneğin büyük isimleri vardır.[42] Cemâl-i Halvetî’nin kurucusu olduğu Cemâliyye kolu, kendisinden sonra yetiştirdiği mutasavvıflar tarafından ve Cemâliyyeden meydana kollarla devam ettirilmiştir.[43]

Cemâl-i Halvetî’nin eserleri kaynaklarda genel itibariyle tespit edilmiş olmakla birlikte, bazen eserlerinin sayısı ve isimleri farklılık arz edebilmektedir. Farklı kaynaklarda verilen eser isimleri birbirini tutmamakta, bazen Cemâl-i Halvetî’ye ait olmayan bir eser ona atfedilmekte bazen de ona ait eserlerine yer verilmemektedir.[44] Ona aidiyetini tespit edebildiğimiz eserleri şunlardır: Kitâbu’n-Nûriyye ve Kevkebü’d-Dürriyye, Risâletü’l-Kevseriyye,  Risâle Re’sü Külli Hatîetin, Sed Kelime-i Sıddîk-î Ekber, Risâle Fi İsmeyni’l- A’zameyn, Kitâbu Habbeti’l-Mahabbe, Esrâru’l-İlahiyye, Envâru’l-Kulûb, Risâle-i Nusratiyye, Risâletü’r-Rahîmiyye, Esrâru’l-Vudû, Sirâcü’s-Sâlikîn ve Minhâcü’t-Tâlibin, Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha, Fasl fi Adabi’z-Zikir, Sirâcü’l-Kulûb Kırk Hadis Te’vili ve Şerhi     Kırk Kudsî Hadis Te’vili Kırk Nebevî Hadis Şerhi,  Kitâbu Şerhi’l-Ebyât, Dîvançe, Cevâhiru’l-Kulûb, Çenknâme, Risâle-i Teşrihiyye, Risâle-i Fakriyye, Risâle-i Sûfiyye, Risâle-i Etvâr-ı Seb’a.

2- Beyân-ı Çengnâme

I. yüzyıl mutasavvıflarından Cemâl-i Halvetî’nin 5963 beyitten oluşan mesnevîleri içerisinde Cevâhiru’l-Kulûb adlı mesnevînin hemen ardında yer alan Çengnâme, 635 beyitten ibaret oldukça kısa bir mesnevidir.[45] Milli Kütüphane, Yazmalar A 3264 numarada kayıtlı mecmuanın 54a-68a varakları arasında yer alan eser, “Beyân-ı Çengnâme” şeklinde başlaması hasebiyle Cevâhiru’l-Kulûb’ün bir bölümü gibidir.[46]

Hamd ü şükr olsun ki her şeyün hüdâ

Gösteren her cünbüşi iden sadâ

Oldı bu bir sırdürür buni gören

Gördi cân gözüyle görmedi eren

Yukarıdaki beyitlerle başlayan eserde, yaratılış ve varlığın Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ile meydana geldiği beyan edilmekte, kabiliyetlerine göre çeşitli şekillerde vücûd bulan varlıkların bir musiki gibi meydana getirdiği ahenk ve uyum dile getirilmektedir.

Oldı bu bir sırdürûr bunu gören

Gördi cân gözüyle görmedi eren

Beyit, yaratılıştaki hakikatleri idrâk ve görmenin cân gözüyle olduğunu ifade eder. Bu “sırra erenlerin baş gözüyle değil can gözüyle erdiği” ifade edilirken, baş gözüyle görmenin farklı ve eksik olduğuna vurgu yapılmaktadır. Çünkü baş gözüyle görülen fizik işleyiş ile ilgilidir.

Yaratılış ve varlık buluş Hakk’ın “ol” emriyledir. Cenab-ı Hak, bir şeye “ol” der, o da olur. [47] Ancak bu oluş ve evrende fizik işleyiş vardır. Dolayısıyla oluş ve yaratılıştaki fizk işleyiş baş gözü ve akletme ile görülür. Oysaki fizik işleyişin ötesindeki metafizik bilgi ve hakikatlere cân gözü ile yani keşf ve ilham ile ulaşılır.

Baş göziyle der-zemîn ü der-zamân

İnanun Hak’dır buna itmen gümân

Aynı zamanda baş gözüyle görülen zemin ve zamana tabidir, yani maddidir. Oysa cân gözüyle görmek maddi değildir. Diğer taraftan baş gözüyle görmek karanlıkta bir şeyleri görmek gibidir. Oysa cân gözü Hakk’ın nurundandır /ayn-ı nurdur:[48]

Zîra kim baş gözi bir zulmet-dürûr

Can gözi hod nûr-i ‘ayn-ı Hak-dürûr

  1. Varlık-Kenz-i Mahfî

Tasavvuf düşüncesinde “Zât” mertebesi, Hakk’ın varlığından başka varlığın olmadığı mertebedir. Cemâl-i Halvetî, ezelde Hakk’ın Zât’ından başka varlığın bulunmadığını, bunun aksini söyleyen/gören için, gayr görmekte hayır olmadığını söyler:

Görür idi zâtını görmezdi gayr

Her ki gayrı gördi yokdur ânda hayr

Tasavvufta yaratılış, “kenz-i mahfî” anlayışı ile ifade edilir. Sûfilerin varoluşu anlamlandırmada başvurdukları temel görüşlerden biri, tasavvuf literatüründe kutsî hadis olarak kabul edilen: (“Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en u’rafe fe-halaktü’l-halka li-u’rafe” “Ben, gizli bir hazfine idim; bilinip tanınmak istedim ve bilineyim diye mahluktâtı yarattım“) anlamındaki “Kenz-i mahfî” hadisidir.[49]

Sözlükte “gizli hazine, saklı define” anlamına gelen “kenz-i mahfi” terkibini Muhyiddin İbnü’l-Arabî, her tür izafet ve nisbetlerden mücerred kadim ve ezelî olan Hakk’ın zatı, şeklinde tanımlamıştır.[50]

Çünki gördi kendüyi kendüye ‘ışk

Gâlib oldı ehline der tûy-ı ‘ışk

Hakk, gizli bir hazine iken “bilinmeyi sevdi” (istedi), bu aşk ile mahlukâtı /varlıkları yarattı. Aşk meclisinde bu, ehline malumdur. Bu aşk ile Hû deryası coştu, dalgalandı ve o dalgaların sahile vurmasıyla “kamu” /mâsiva varlık buldu ki, mülk âlemi, ins ü cin ve şems ü hilâl âlemleri Hû’dan zâhir oldu. Cemâl-i Halvetî dervişe “Hû’yu şikâr (değerli) kıl! zira gayb ve şehâdet âleminde ne varsa Hû’dan âşikâr oldu” der:[51]

Mevc urdı bu kezin deryâ-yı Hû

Gayr-ı Hû yok ka’r-ı sâhilde kamû

Ol Hû’dan bi-hadd-ı vilâyet milk ü mâl

Oldı zâhir ins ü cin şems ü hilâl

Şâhid ü gayb her ne varsa âşikar

Hû’dan oldı Hû’yı kılgil sen şikâr

Deryaya talip olanın mevce (dalgaya) gönül vermemesini isteyen Cemâl-i Halvetî, mevcin derya ile kâim olduğunu, âkil olanın tâca değil tâc sahibine gönül vermesini söyler. Mutlak Vücûd olan Hakk’a tâlib-i âşık olanın kendi varlığından geçerek tefrika/ikilikten kurtulup Hak ile cem’ olmasını tavsiye eden Cemâl-i Halvetî, cân vermeyenin aşkın sırrına eremeyeceğini söyler ve aşka cân ver ki dost yüzün göresin der.[52]

Tâlib-i derya-y-ısan mevce gönûl

Virme kim dil viren âna az degül

Gerçi sırra kimse irmez ‘ışk sözün

‘Işka cân vir kim göresin dost yüzün

  1. Çeng’in Hikâyesi ve Aşk

Bundan sonraki sayfalarda aşkın mazharını beyan edeceğini söyleyen Cemâl-i Halvetî,  mazhar-ı aşkın Çeng olduğunu söyler[53] ve aşk nûrunun tecelli etmesi için âşığın aşk yolunda dilini tutmasını ister. Halvetî, sonraki bölümlerde Çengin hikâyesi ve nasihatlere yer verir.

Mazharından imdiden girû beyân

Der-varak şerh idelum görün ‘ayân

Mazhar-ı ‘ışk didiğüm çengdür bilün

‘Aşık-ısan yoluna terk it dilün

Bu beyitlerle Çengin hikâyesine başlayan Cemâl-i Halvetî, çengin suretinde/hikâyesinde aşkın sırrını açıklayacağını söyler. Dervişten onun değerini bilmesini isteyen Halvetî, “Gerçi fâş hakkıyla kimse idemez” diyerek de, aşkın sırrını hakkıyla kimsenin ifşa edemeyeceğini söyler.[54]

İmdi girû su’âlât u cevâb

Çengle ne oldı işit iy ehl-i hâb

Bundan sonra “Çenge ne oldu?” sorularına cevap vereceğini ve ehl-i hâbın (uyku ehli) dinlemesini isteyen[55] Cemâl-i Halvetî, Çeng’in kaç parça olduğu; deri bir örtü içerisinde bulunduğu ve onda bir halat/ip ve çokça tel bulunduğu gibi hususiyetlerinden bahseder. Çeng’e niçin ağlayıp inlediğini sorduğunda Çeng, aşkdan ağladığını, aşk yüzünden dertli olduğunu ve aşk ehline dert dahi pend (öğüt) olduğunu söyler:[56]

Çeng eydür var yoluna iy fakîr

Aşığam maşûk yoluna oldum hakîr

Bes nice sabr eyleyem îy ehl-i derd

Derd dahî yolda olur ehline pend

Daha sonra Çeng, aslının bir “dâne” olduğunu ve o “dâne”nin oğlu olduğunu, atasının zahrında vücûdsuz iken anasının rahmine (toprağa) düşüp vücûd bulduğunu, daha sonra üstünden sular-seller geçtiğini ve böylece şekil ve suret bağladığını, gün be gün budaklanıp yeryüzüne çıktığını, libas giyip kabuklandığını ve bunun üzerine kibre kapıldığını anlatır. Bu hikâyeden hareketle tâlibi kibre kapılmaktan sakındıran Cemâl-i Halvetî, kibir ile imanın bir arada bulunmadığını hatırlatarak talibe mütevazi olmasını ve kendini büyük görmemesini, eğer kendisini büyük görürse hâlî (kovulmuş) olacağınısöyler:[57]

Giyüben bir nev’ libâs iy ehl-i derd-i dil

Anla bu tahkîki sanma kâl u kîl

Çünki benden ol budak geldi-y-ise

Ber-hevâ çıkup ‘urûc kıldı-y-ısa

Kendüzüm gördüm didüm benüm gibi

Var mı ola yiryüzinde iy ganî

Kibr u ‘ucb ile îmân bir yirde cem’

Olmadı cândan işit tut buna sem’

Miskîn ol kendüni görme ‘âli sen

Ger görür-isen olursın hâlî sen

Tekrar Çeng’in hikâyesine dönen Cemâl-i Halvetî, daha önce Çeng’den “sen nesin? Aslunı di” şeklinde suâl ettiğini ve onun da bütün suallere cevap verdiğini söyler. Kibre kapılan şecer (ağac), ucub (kibir) sebebiyle Rahmanî kahrın tecellisi ile kesilir. Bunun üzerine ucub ve benlikten tevbe eden ağaç (çeng), münacaat ile meşgul iken birisi gelip o kesilmiş ağacı alır ve onu parçalara ayırır ve bir şehre götürüp satar. Çengi satın alan kişi üç parçaya ayırır ve onu bir keserle döverek tezyin eder. Maksadı, aşk ehlinin karşısına çengin boynunu eğip ulaşmasıdır:[58]

Kasdı bu-y-ımış ki bu ‘ışk ehline

Ulaşam boynum egüp karşusına

Bundan sonra Çeng’in yapılışı ile ilgili ona tel ve ok takılması gibi kendisine yapılan işlemlerden bahsedilir ki, kendisine bu işlemler yapılmadan önce Çeng, amaçsız ve gayesizdir ve ondan hoş sadâ ve ahenk işitilmez. Yine devamında ifade edildiği gibi bu işlemlerden sonra kendisinden işitilen hüsn ü savt, işitenleri de aşka getirir.[59]

Ba’d-ez-ân bir niçe til takdı ol kişi

Tâ ki benden gör ne-y-imiş iy kişi

Çünki ânsuz olsa benden hüsn ü savt

Zâhir olmaz ber-kemâl olur o fevt

Burada anlatılmak istenen, kemâle ermenin, işlem ve çabayı gerektirdiğidir. Bu yolda sıkıntılara katlanma ve nefsin ahenksiz istekleriyle mücadele esastır. Dolayısıyla kemâle ermek için riyazet ve mücâhede gerekir.

Bundan anlandı tâlib tevhîde

Yahşî meşgûl ola pâyîn berkide

Tâ ki nefsî şehveti fânî ola

Nutk-u cânun nûr-u irfânı ola

Tâlib, yani kemâl yoluna tâlib olan kişi, bu yolun başında tevhîd zikrine / (lâ ilâhe illallah) meşgul olmalı ki, nefsî şehveti fâni olsun ve zikri onun irfan nûru olsun.

  1. Çeng’in Hikâyesi ve Nasihat

Cemâl-i Halvetî, Çeng’in hikayesini anlatırken şecer yani Çeng’in aslını beyan etmekle tâlibi gafletten uyandırmayı istemekte ve onun ölmeden bu sırra ulaşmasını nasihat etmektedir.[60]

Bu beyan kıldı şecer aslın ayân

Nevm-i gafletden iy tâlib sen uyân

Tevhîde meşgûl ol leyl ü nehâr

Kim ola nefsin zemistânı bahâr

Şol kadar itgil ki nefsinden ânun

Nâr tecellî ide mahv ola tenün

Cemâl-i Halvetî’ye göre, kemâle talib olan kişi gece gündüz tevhîd zikriyle meşgul olmalı ki, nefsin zemistanı/kışı bahar olsun ve nefsin istekleri “lâ ilâhe illallah” zikriyle mahvolsun.[61] Nefsin kötü sıfatları var oldukça onunla kişi “sücûd” yani Hakk’a tam kulluk edemez.[62]

Bed sıfâtunı iy tâlib der-vücûd

Kim ânunla Hakk’a yahşî olmaz sücûd

Yukarıda nefs tezkiyesinden, nefsin olumsuzluklarından arındırılmasından bahsedildi ki, kötü ahlâk ve sıfatların kaynağı da nefstir. Bu bölümde ise, tevhîd zikriyle kalb ve canın bedenin esaretinden kurtulmasından bahsedilir:

 Şol kadar cehd it iy tâlib ölmeden

Toz u toprak gözlerüne tolmadan

Ta ki zikrün kanı-y-ıla şahm u kân

Mahv ola kurtıla ândan kalb ü cân

Kalb ü can kurtulmaya bunda iken

Kurtulmaz bi-gümân sînede iken

Tevhîd zikri bütün âzâlara ve kalbe inmelidir ki, etten kandan olan maddi varlığı mahvolsun ve insanın ulvî olan kalb ve canı kurtulsun. Yoksa sinede esir olan can, bu esaretten kurtulamaz.[63]

Kalb-dürur âyine-i sırr-ı İlâh

Âna nâzırdur iy tâlib lem-yezel

Perdesi ol şahm u kân-dürûr ânun

Mahv idersen açıla kevnün senün

İnsanda ilahî sırrın âyinesi kalbdir ve Cenab-ı Hak kalbe nâzırdır. İnsanın etten kandan olan varlığı ise kalb ile Allah arasında perdedir. Perdeyi kaldırırsan yaratılıştaki sır sana açılır. Bu da kalbi arındırma ile gerçekleşir.[64]

Der-vücûd kan menba’ı ol dem-dürûr

Mahv iden ânı cihânda âdem-dürûr

Tâlib olan çar-darb-ıla ânı

Şol kadar ura ki mahv ola ol denî

Tâlib olan kişi tevhîd zikriyle kalbine o kadar vurmalıdır ki, vücudda kan menbaı olan kalb kesafetten/ katılıktan kurtulsun ve ilk yaratılıştaki saflığa ulaşsın.[65]

Çekdügince nûr-i irfandan eser

Zâhir olur yel gibi cândan eser

[66]

Abd ubûdiyyet makamından ‘ubûr

Eylemez tevhidsüz iy ehl-i kubûr

Böylelikle irfan nûrundan ne kadar eser/iz elde edebilirse, candan o kadar eser/iz zâhir olur ki, o da Allah’ın “ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li ya’budûn” buyurduğu gibi yaratılış gayesi olan ubûdiyetin zâhir olmasıdır. Kul, tevhidi gerçekleştirmeden ubûdiyet makamını gerçekleştiremez.[67]

 Cemâl-i Halvetî, zikrin önemini vurgularken “in hüva illâ zikrun ve Kur’ân’un mubîn” (Yâsîn, 36/69) âyetine atıf yaparak şüphesiz Kur’ân’ın kendisinin zikir olduğunu ifade ettiğini, bundan şüphe edenin kâfir olduğunu söyler.[68]

Çünki Kur’an’dır zikir hiç şübhe yok

Şübhe iden kâfir olur az u çok

Çengin aşktan haber verdiğini söyleyen Cemâl-i Halvetî, Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinde geçen “Dinle neyden çün hikayet etmede” diye başlayan “ney”in hikâyesi ile çengin hikâyesi arasında bulunan benzerliğe vurgu yapmaktadır. Halvetî, her ikisinin de hazinesinin aynı olduğunu ve her ikisinin de nâm u şöhreti terk etmeyi andırdığını söyler:[69]

Çeng olsun nây olsun genci tek

Andırıvirsün ve terk it nâmu neng

  1. Zühd ve Zâhid

Daha sonra zühd ve zâhid konularına değinen Cemâl-i Halvetî, dervişin çeng ve ney’e isteksiz zâhid olmamasını söyler ve gönül vererek hoş sadâsıyla ondan açılan ahvâli bilmesini ister.[70]

Zâhid-i husk olma çeng ü nâya dîl   

Vir ki ândan açıla ahvâli bil

Zühd kelimesinin üç harf olduğunu söyleyen Halvetî, dervişin onun zahirinde kalmamasını ve sırrına ermesini ister. Ona göre, “Zühd” kelimesinin “z”si dünya ziynetinden geçmeğe,”he”si hevâ, “dal”ı dünya terkine delildir.

Çünki zühd üç harf-dürûr dört harf değil

Zâhirine kalma sırra ir iy kul

Zi’i dünya zîynetinden geçmeğe

Oldı dâl kıl gayret ândan göçmeğe

Bir yire dâhî ki ol-dürûr hevâ

Renc ü zahmet-dürûr o âna devâ

Dâl’ı dünyâ terkine oldı delîl

Bağlayan gönül âna oldı zelîl

  1. Çengin Hikâyesi ve İnsan

Daha sonra ise Cemâl-i Halvetî, Çeng’in insanda neye karşılık geldiğini anlatarak, tende ruhun ne olduğunu, ağaçtan muradın ikilik olduğunu ve onu kırmak gerektiğini, Çeng’de dürülmüş olan telden murad, insanda mahfî/gizlenmiş olan nûrun sırrı olduğunu ifade eder:[71]

Şimdiden girü o çeng sende nedür

Bu fakîr disün ki rûh tende nedür

İkilüğün mahvetindür sırf şecer

Kesr it ânı olma derviş sen hacer

Şecer’den murad, insanın mahveti olan ikiliktir. Derviş, ikiliği sürdürmeyi değil o ikilik ağacını keserek ikiliği ortadan kaldırmalıdır. Kul Allah ilişkisinde benlik güden maksada eremez.[72]

Sende tilden kim o Çengde matvîdür

Nûr-u sır-dürûr sende mahfîdür

Çeng’de bükülmüş olan telden murad, insanda mahfî/gizlenmiş olan nûrun sırrıdır.[73]

Ol resen kim Çengde var-dürûr ânun

Hay-dürûr ir sırrına varsa cânûn

İstikamet vasf-ı kalbindür mahal

Hubb-u Hakk’a ma’nide oldur cebel

Çeng’deki halat ise, kalbin istikâmet vasfıdır. Kalb ile Allah arasında bir bağ olmaz ise o kalb, Allah sevgisine mani bir dağ gibidir:[74]

Baltadan tevhîd nûr-ı lâ ilâhe

Baltacıdan rûh-ı insân nûr-ı ilâh

Tevhîd-i hâs ol keserdendür vücûd

Nûr-ı hâsdur ânda yok gayr kıl sücûd

Isk-dürûr çengden murâd nefsünde bil

Eyle terk yolunda ânun cân u dîl

Baltadan murad “lâ ilâhe illallah” zikrinin tevhîd nûru, baltacıdan murad ise, Allah’ın nûru olan insan rûhudur. Çengden muradın aşk olduğunu söyleyen Cemâl-i Halvetî, dervişin aşk yolunda canı terk etmesini ister.[75] Eserde yine tevhîd, tevbe, şirk “men arefe nefseh” gibi konu ve kavramlardır üzerinde durulur.[76]

Daha sonra ise, “Temsilâtü ‘l-ebdân ve etvârü ‘l-kulûb” ara başlığı ile Halvetîliğin önemli konularından olan “etvâr-ı seb’a”ya yer verilir. Burada kalbin tavırlarıyla haftanın günleri arasında ilgi kurulmakta, senenin on iki ayı, ayın dört haftası ve otuz günü ile insanın maddi ve manevi yapısı arasında kurulan ilinti beyitlerle dile getirilmektedir.

 Dört mevsim ile nefs ve kalbin mertebeleri arasında ilgi kuran Cemâl-i Halvetî’ye göre kış nefs-i emmâre menzilesindedir. Bahar kalp, yaz ruh, güz ise sır makamına karşılık gelir.[77] Daha sonra yine haftanın günleri ile etvâr-ı seb’a arasında ilgi kurularak konu beyitlerle anlatılır. Yevm-i sebt (cumartesi) günü ile etvâr-ı seb’adan birinci tavır arasında, pazar günü ile ikinci tavır, pazartesi günü ile üçüncü tavır, salı günü ile dördüncü tavır, çarşamba günü ile beşinci tavır, perşembe günü ile altıncı tavır ve cuma günü ile yedinci tavır arasında ilgi kurulur.[78]

Risâle, müellifin kendisi için dua taleb ettiği, “Fâtiha”nın önemeni dile getiren şu beyitlerle son bulmaktadır: [79]

Bu fakir şerh ittiğinden hâlini

Okuyuben dinleyun akvâlini

Şâd ideler fâtiha nûriyile

Tâ tecellî-yi vesile zenbum bûyile

Fâtiha nûrudurur cânına cân

Mevt irer irmezse ol bî-gümân

Ahmed u Mahmud u Muhammed-i Mustafa

Fâtiha nûriyile dâim safâ

İder idi bunda itmen şekk u zân

İdene keşf olmaz esrâr-ı vatan.[80]

I. yüzyılda Halvetiliğin önemli temsilcilerinden biri olan Cemal-i Halvetî, Anadolu ve İstanbul’da sürdürdüğü irşat faaliyetlerinin yanı sıra bir taraftan da ilmî ve edebî teliflerde bulunmuş, tasavvuf düşünce ve eğitimini konu alan eserler kaleme almıştır. Arapça olarak kaleme aldığı risâleleri ve Türkçe şiirleri onun ilmî ve edebî yönünü ortaya koymaktadır. Onun eserlerinden biri de, kâinatın yaratılışındaki ilahî ahengin nazmedildiği “Çengnâme” adlı eseridir. Eserde, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ile meydana gelen kâinatta, varlıkların bir musiki gibi meydana getirdiği ahenk ve uyum, beyitlerle dile getirilir. Eserde, Çengin hikâyesi ile neyin hikâyesi arasında ilgi kurulur.

Tema olarak tasavvuf konularının işlendiği risâlede, âlemdeki ilahî tecelliler, kalbin tavırlarıyla haftanın ve ayın günleri arasındaki teşbih gibi konular işlenmekte, senenin on iki ayı, ayın dört haftası ve otuz günü ile insanın maddi ve manevi yapısı arasında kurulan ilinti beyitlerle dile getirilmektedir. Tasavvuf geleneğinde manevi gelişimin evrelerini ifade eden etvâr-ı seb’a anlayışı ile haftanın günleri arasında ilgi kurulmaktadır (Bknz. Tam metin).

KAYNAKLAR:

  • Abdizâde, Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, Ankara 1986.
  • Âlî, Gelibolulu Mehmet, Künhü’l-Ahbâr, İst. Üniv. Kütüphanesi, TY. Nr. 5959.
  • Aşkar, Mustafa, “Bir Türk Tarikatı olarak Halvetiyye’nin Tarihi Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin Tahlili”, Ankara Ün. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1999.
  • Aydın, İbrahim, Hakkı, “Kenz-i Mahfî”, DİA, C. 25, Ankara 2002.
  • Câmî, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns -Evliya Menkıbeleri, Ter. Lâmi- i Çelebi, Haz: Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, İstanbul 1995.
  • Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, Milli Kütüphane, Yazmalar A 3264.
  • Çakmak, Muharrem, Anadolu’da Halvetîlik Cemâl-i Halvetî ve Cemâliyye, Malatya 2015
  • “Hayreddin-i Tokadî’nin Yetişmesi ve Halvetî Gelenek”, Tokat’ın Yetiştirdiği İlim ve Fikir Önderleri, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Tokat 2014.
  • Ergun, Sadeddin Nüzhet, Türk Şâirleri, İstanbul 1944.
  • Haririzâde, Muhammed Kemâleddin, Tibyânu Vesâili’l-Hakâik fî Beyânı Silsileti’t-Tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi İbrahim Efendi, No: 430.
  • Hoca Sadeddin, Tacü’t-Tevarih, Haz: İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1992.
  • Hulvî, Mahmud Cemaleddin, Lemezâtı Hulviyye, Haz: Mehmed Serhan Tayşi, İstanbul,1993.
  • Kahya, Esin, “Cemâleddin Aksarayî”, Aksaray ve Cemâleddin-i Aksarayî Sempozyumu, Aksarayî Vakfı, İstanbul,1994.
  • Mecdî, Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakaık, Neşr: Abdülkadir Özcan, İst 1989.
  • Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, Kültür Bakanlığı,Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1996.
  • Mehmed Tahir, Bursalı, Osmanlı Müellifleri, Haz. A. Fikri Yavuz, İsmail Özen, Meral Yayınevi, İstanbul tsz.
  • Nişancızâde, Mehmed, Mirâ’t-ı Kâinât, İsanbul 1290.
  • Ögke, Ahmet “Tasavvufta “Kenz-i Mahfi” Düşüncesi ve Sofyalı Bill Efendi (960/1553)’nin “Küntü Kenzen Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2004, cilt: V, sayı: 12.
  • Öz, Mustafa, “Cemâleddin Aksarayî”, DİA, C. 7, İstanbul 1993.
  • Öztürk, Ali, XVI. yüzyıl Halveti Şiirinde Din ve Tasavvuf, Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2003.
  • Sarıoğlu, Leyla Alptekin, Cemâl-i Halvetî’nin Tasavvufî Mesnevileri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2013
  • Serin, Rahmi, İslâm Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, İstanbul 1984.
  • Taşköprüzâde, eş-Şekâiku’n-Nu’maniyye, Tah: Ahmet Suphi Furat, İst. 1405.
  • Tayşî, Mehmet, “Çelebi Halife”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ankara 1996, Sayı: 103.
  • Vicdânî, Sâdık, Tarikatlar ve Silsileleri (Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye), Haz: İrfan Gündüz, İstanbul, 1995.
  • Yakıt, İsmail, Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme, İstanbul, 1992.
  • Yazıcı, Tahsin, “Fetihten Sonra İstanbul’da İlk Halveti Şeyhleri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, Sayı: II, İstanbul, 1956.
  • Yusuf Sinan, Menâkıb-ı Cemâl-i Halvetî, Milli Kütüphane, Yazmalar A 172.
  • Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye (Menakıb-i Şerif ve Tarikat-nâme-i Pîrân ve Meşâyih-i Tarikat-i Halvetiyye), İstanbul 1290.
  • [1] Hulvî, Mahmud Cemaleddin, Lemezâtı Hulviyye, Haz: Mehmed Serhan Tayşi, İstanbul,1993, s. 427.
  • [2] Kahya, Esin, “Cemâleddin Aksarayî”, Aksaray ve Cemâleddin-i Aksarayî Sempozyumu, Aksarayî Vakfı, İstanbul,1994, s. 52; Öz, Mustafa, “Cemâleddin Aksarayî”, DİA, İstanbul,1993, C. 7, s. 308.
  • [3] Haririzâde, Muhammed Kemâleddin, Tibyânu Vesâili’l-Hakâik fî Beyânı Silsileti’t-Tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi İbrahim Efendi, No: 430, I/246b.
  • [4] Çakmak, Muharrem, “Hayreddin-i Tokadî’nin Yetişmesi ve Halvetî Gelenek”, Tokat’ın Yetiştirdiği İlim ve Fikir Önderleri, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Tokat 2014.
  • [5] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye (Menakıb-i Şerif ve Tarikat-nâme-i Pîrân ve Meşâyih-i Tarikat-i Halvetiyye), İstanbul 1290, s. 16; Yusuf Sinan, Menâkıb-ı Cemâl-i Halvetî, Milli Kütüphane, Yazmalar A 172, vr. 99b; Harirî-zâde, a.g.e., I/246b; Nişancı-zâde, Mehmed, Mirâ’t-ı Kâinât, İstanbul,1290, s. 160; Hulvî, a.g.e., s. 427.
  • [6] Vicdânî, Sâdık, Tarikatlar ve Silsileleri (Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye), Haz: İrfan Gündüz, İstanbul, 1995, s. 206; Mehmed Tahir, Bursalı, Osmanlı Müellifleri, Haz. A. Fikri Yavuz, İsmail Özen, Meral Yayınevi, İstanbul tsz, s. 80; Serin, Rahmi, İslâm Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, İstanbul 1984, s. 98.
  • [7] Çakmak, Muharrem, Anadolu’da Halvetîlik Cemâl-i Halvetî ve Cemâliyye, Malatya 2015, s. 33.
  • [8] Haririzâde, a.g.e., I/246b; Yusuf Sinan, a.g.e., s.17; Vicdânî, a.g.e., s. 206.
  • [9] Hulvî, a.g.e., s. 427; Serin, a.g.m., s. 92.
  • [10] Haririzâde, a.g.e., I/246b.
  • [11] Câmî, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns Evliya Menkıbeleri, Ter.: Lâmi- i Çelebi, Haz: Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, İstanbul 1995, s. 706.
  • [12] Yusuf Sinan, Menâkıb-ı Cemâl-i Halvetî, vr. 99b; Hulvî, a.g.e., s. 428.
  • [13] Yusuf Sinan, a.g.e., s. 17.
  • [14] Haririzâde, a.g.e., I/246b.
  • [15] Mecdî, Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakaık, Neşr: Abdülkadir Özcan, İst 1989, I/284; Câmî, a.g.e., s. 706.
  • [16] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, s. 18; Serin, a.g.e., s. 99.
  • [17] Hoca Sadeddin, Tacü’t-Tevarih, Haz: İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1992, c. V s. 206; Mecdî, a.g.e., I/284.
  • [18] Câmi, a.g.e., s. 707; Hulvî, s. 429;
  • [19] Hoca Sadeddin, V/206; Hulvî, s. 430.
  • [20] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye,, s. 18
  • [21] Hulvî, a.g.e., s. 430.
  • [22] Câmî, a.g.e., s. 707; Hoca Sadeddin, V/207.
  • [23] Yusuf Sinan Tezkire-i Halvetiyye, s. 18; Hulvî s. 430.
  • [24] Hoca Sadeddin, V/207.
  • [25] Câmî, a.g.e., s. 707; Mecdî, a.g.e., I/285; Hulvî, a.g.e., s. 430.
  • [26] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, s. 19.
  • [27] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, s. 19.
  • [28] Tayşî, Mehmet, “Çelebi Halife”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ankara 1996, Sayı: 103, s. 4.
  • [29] Abdizâde, Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, Ankara 1986,  I/194.
  • [30] Abdizâde, a.g.e., I/186.
  • [31] Yusuf Sinan, Menâkıb-ı Cemâl-i Halvetî, vr. 100a; Serin, a.g.e., s. 93.
  • [32] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, s. 20-21; Hulvî, a.g.e., s. 432.
  • [33] Haririzâde, I/247b; Mecdî, a.g.e., I/286; Câmî, a.g.e., s. 708; Hoca Sadeddin, V/207; Taşköprüzâde, eş-Şekâiku’n-Nu’maniyye, Tah: Ahmet Suphi Furat, İst. 1405, s. 269; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, Kültür Bakanlığı,Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1996, III/966.
  • [34] Hulvî, a.g.e.,  s. 434.
  • [35] Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, 23.
  • [36] Hulvî, a.g.e., s. 434; Serin, a.g.e., s. 100.
  • [37] Yusuf Sinan, Menâkıb-ı Cemâl-i Halvetî, s. 24-25.
  • [38] Hulvî, s. 434; Yusuf Sinan, Tezkire-i Halvetiyye, s. 25.
  • [39] Hulvî, s.435;Yazıcı, Tahsin, “Fetihten Sonra İstanbul’da İlk Halveti Şeyhleri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, Sayı: II, İstanbul, 1956, s. 96; Âlî, Gelibolulu Mehmet, Künhü’l-Ahbâr, İstanbul Üniv. Kütüphanesi, TY. Nr. 5959 v. 131b
  • [40] Ergun, Sadeddin Nüzhet, Türk Şâirleri, İstanbul, 1944, s. 96; Yakıt, İsmail, Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme, İstanbul, 1992, s. 135.
  • [41] Vicdâni, a.g.e., s. 206.
  • [42] Vassaf, a.g.e., c.3, s.513.
  • [43] Aşkar, Mustafa, “Bir Türk Tarikatı olarak Halvetiyye’nin Tarihi Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin Tahlili”, Ankara Ün. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1999, s. 546.
  • [44] Çakmak, Anadolu’da Halvetîlik, s. 99.
  • [45] Bkz. Sarıoğlu, Leyla Alptekin, Cemâl-i Halvetî’nin Tasavvufî Mesnevileri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2013, s. 111, 121; Öztürk, Ali, XVI. yüzyıl Halveti Şiirinde Din ve Tasavvuf, Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2003, s. 67.
  • [46] Çakmak, Anadolu’da Halvetîlik, s. 150.
  • [47] Âl-i İmran 3/47. “Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.”
  • [48] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 54a.
  • [49] Ögke, Ahmet, “Tasavvufta “Kenz-i Mahfi” Düşüncesi ve Sofyalı Bill Efendi (960/1553)’nin “Küntü Kenzen Mahfiyyen” Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2004, cilt: V, sayı: 12,  s. 9-10.
  • [50] Aydın, İbrahim, Hakkı, “Kenz-i Mahfî”, DİA, Ankara 2002, C. 25, s. 258.
  • [51] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 54a.
  • [52] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 54b-55a.
  • [53] Sarıoğlu, s. 148.
  • [54] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 55b.
  • [55] İmdi girû su’âlât u cevâb Çengle ne oldı işit iy ehl-i hâb (75)
  • [56] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 55b-56a.
  • [57] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v.56a-56b.
  • [58] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v.56b-57a.
  • [59] Hüsn-i savt-ı âvâze işiden revân Âşık ola der-zemîn ü der-zemân. Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 57b.
  • [60] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 57b. Sen dahi ol ölmeden ta sırr-ı dost Zâhir ola fâni olmadan o post
  • [61] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 57b.
  • [62] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58a.
  • [63] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58a.
  • [64] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58a.
  • [65] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58a.
  • [66] Eserlerinde bazen bir âyet ve hadise ara başlık olarak yer veren Cemâl-i Halvetî, burada da” Kema kâla’llahu Teâla” ibaresiyle “ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li ya’budûn” âyetini referans göstermiştir.
  • [67] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58a.
  • [68] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58b.
  • [69] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 58b-59a.
  • [70] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 59a.
  • [71] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 59a-60a.
  • [72] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 59b.
  • [73] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 59b.
  • [74] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 60a.
  • [75] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 60b
  • [76] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 61b-64b.
  • [77] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 64b
  • [78] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 64b-68a.
  • [79] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 65a-68a; Çakmak, Muharrem, Anadolu’da Halvetîlik, s. 150-151.
  • [80] Cemâl-i Halvetî, Çengnâme, v. 68a

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: Muharrem ÇAKMAK

Anahtar Kelimeler: Cemâl-i Halvetî, Aksarayî, çeng (cünbiş), Çengnâme, Tasavvuf