Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî
(d. h.1007/m.1598-99 – ö.?/?)
Müderris, kadı, âlim, mutasavvıf şair, müellif, şârih ve mütercim

Kaynaklarda Hacı Efendizâde Seyyid Hasan Rızâyî ibni Abdurrahmân el-Aksarâyî, Aksaraylı Rızâyî, Seyyid Hasan Efendi, Seyyid Hasan Rızâyî, Rızâyî Hasan Efendi, Rızâyî-i Aksarâyî gibi muhtelif isim ve nisbelerle kendisinden söz edilen Rızâyî 17. yüzyılın velut şair ve müelliflerindendir. Asıl mesleği kadılık olan Rızâyî; şairliği, nâsirliği, şârihliği, mütercimliği ve âlimliği ile birçok vasfı üzerinde toplamış çok yönlü kişiliğe sahip üretken bir şahsiyettir.

Kendi beyanına göre tam adı Hacı Efendizâde Seyyid Hasan Rızâyî ibni Abdurrahmân el-Aksarâyî olan şair, h.1007/m.1598-99 senesinde Aksaray’da Sofular [eski adıyla Tirzar/Sûfîler] Mahallesi’nde doğdu.  Babasının onun doğumuna tarih düşürmesi ve eserlerinde geçen bazı manzumeleri yazdığı sırada kaç yaşında olduğunu bizzat belirtmesi, doğum tarihi hakkında herhangi bir tereddüte meydan vermezken ölüm tarihi hakkında kesin bilgiye erişilememiştir.  Hayatının bir kısmını Aksaray’da geçiren şair, Osmanlı coğrafyasının muhtelif yerlerinde müderrislik, kadı nâibliği ve kadılık yapmıştır. Babası da kendisi gibi kadı olan Aksaraylı Abdurrahmân Efendi’dir. Abdurrahmân Efendi, Azîz Mahmûd Hüdâyî(d. h.948/m.1541-ö. h.1038/m.1628)’nin sistematize ettiği Celvetîlik tarikatına mensuptur. 17.yüzyılda Aksaray’da yaşamış Halvetî tarikatı şeyhlerinden Şeyh Hamza Baba’nın akrabalarından Abdurrahmân Efendi’nin soyunun Peygamberimize dayandığı, Rızâyî’nin kendisi tarafından belirtilir. Oğlu Rızâyî’nin verdiği bilgilere göre seyyidlerden sorumlu bir kurum olan Nakîbü’l-Eşrâflık makamının Aksaray’daki temsilcilerinden olup Nakîbü’s-Sâdâtlık görevini ifa etmiştir. Şair Rızâyî’nin “Seyyid” nisbesini kullanması da soyuna izafetendir. Şairin anne tarafı ile ilgili bilgiler bulunmamaktadır.

Hayatı hakkında verilen bilgiler çok azdır. Şair tezkirelerinde hayatıyla ilgili hiçbir bilgi bulunmaz. Bazı biyografik ve bibliyografik kaynaklarda sınırlı bilgilerle anılmaktadır. Verilen bu bilgilerin bir kısmı da hatalıdır. Müstakîmzâde Süleymân Sadeddîn Efendi’nin Mecelletü’n-Nisâb’ında, Bağdatlı İsmail Paşa’nın Hediyyetü’l-Ârifîn ve Keşfü’z-Zünûn Zeyli İzâhu’l-Meknûn’unda, Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri’nde, Nail Tuman’ın Tuhfe-i Nâilî’sinde ve İbrahim Hakkı Konyalı’nın Âbideleri ve Kitâbeleri İle Niğde-Aksaray Tarihi’nde şairle ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bilgiler incelendiğinde, bu tarihi kaynakların birbirlerini tekrar ettikleri anlaşılmaktadır. Günümüze yakın bazı edebiyat ansiklopedilerindeki malumatlar da söz konusu eserlerden alınmıştır. Hayatı, eserleri, tasavvufî yaşantısı, edebî ve tasavvufî çevresi hakkındaki en somut bilgileri yine onun kendi eserlerinden öğreniyoruz. Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn (Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâyî) başta olmak üzere Mahmûdiyye fî-Menâkıbı Ricâli’l-Bilâd ve Nüzhetü’l-Ebrâr el-Muttali’ li-Esrâri’l-Gaffâr (Nüzhetü’l-Ebrâr min-Ehli’l-Esrâr) ve Tecelliyât-ı Hüdâyî’nin Nazmen Şerhi adlı eserleri şairin hayatı ve yaşantısı hakkında ciddi bilgileri ihtiva eder. Bu eserlerden kısaca Nüzhetü’l-Ebrâr olarak zikredeceğimiz eseri, şairin Aksaray’daki yaşamı hakkında kayda değer bilgiler sunar. Şair, eseri 1646 yılında Denizli kadılığı sırasında yazmıştır. Eser, Rızâyî’nin mezkûr tarihten önceki yaşamı hakkında somut bilgiler verir. Bu dönemde şairin yaşam serüvenini etkileyen iki kişi vardır: Babası Abdurrahmân el-Aksarâyî ve Celvetî şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî. Aksaray’daki tasavvuf erbabı ve ilim ehliyle olan ilişkisinde babasının kılavuzluğu; Rızâyî’nin ilmî, tasavvufî hatta edebî yörüngesini şekillendirir. Abdurrahmân Efendi’nin, daha sonra Hüdâyî’nin Lefke (Bilecik-Osmaneli) halifesi olacak olan Aksaraylı Abdurrahîm Efendi’nin ve Hüdâyî’nin Koçhisar halifesi Akbaba Mustafa Efendi’nin telkinleri, onu Celvetî kimlikle tanıştırır. Bu kimliğe büründükten sonra yaşamına yön verecek olan kişi Hüdâyî olacaktır. Kısaca Tezkire ismiyle anacağımız eseri, hem Aksaray’daki yaşamı hem de Aksaray sınırları dışındaki hayatı hakkında bilgiler vermektedir. Mahmûdiyye ismiyle kendisinden söz edeceğimiz eseri ise birkaç istisnalar haricinde tamamıyla Aksaray sınırları dışındaki hayat kesitlerini sunmuştur. Rızâyî’nin eserlerinin merkezinde yine kendisi vardır. O, insanlarla ilişki kurmayı seven, nüktedan bir kişiliğe sahiptir. Otobiyografiyi ya da sergüzeştnâmeyi andıran yukarıdaki eserleri ayrıca menkıbevî özellikleri de içerisinde barındırmaktadır. Eserlerine bakıldığında samimi bir peygamber âşığı olduğu kolaylıkla fark edilir. Tarikatına intisaplı olduğu Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdayî’ye gösterdiği saygı ve sadakat şairin en bariz özelliğidir.

Babasına duyduğu derin hürmet, saygı ve hayranlıktan da çokça bahseder. Ona gösterdiği hürmetin sebebini; ilk eğitimini babasından ve onun ilmî çevresinden almasına, onun nâibliği vesilesiyle kadılık vazifesindeki dürüstlüğüne şahit oluşuna, babasının samimi bir Celvetî olmasına ve onun dinî yaşantısındaki hassasiyetine bağlamaktadır. Babası 65 yaşında h.1049/m.1639-1640 senesinde vefat etmiş ve Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhının hemen yanı başındaki mezarlığa, Hüdâyî’nin türbesi civarına defnedilmiştir. Rızâyî’nin babası,  ölmeden kısa bir süre önce -kendi isteğiyle- kardeşi tarafından Aksaray’dan Üsküdar’daki Hüdâyî dergâhına götürülmüştür. Bu bilgiden hareketle şairin bir kardeşinin olduğunu anlıyoruz ancak bu şahsın Müstakîmzâde’nin Erîhâ kadılığı yaptığını ve Eyüp Sultan türbesi civarında mezarının olduğunu söylediği; Rızâyî’nin Nüzhetü’l-Ebrâr’da “kardeşim Seyyid Ahmed Çelebi” diyerek sâlih kişiler arasında zikrettiği kişi ya da kişilerle aynı şahıs olup olmadığını bilemiyoruz. Miftâhu’s-Sa‘âde adlı eserindeki Arapça kısımların tercümesinde “Ölüm sarhoşluğu geldiğinde -ölümü- bana kolaylaştır. Babama, anneme ve kardeşlerime merhamet et!” demesi, birden fazla kardeşinin olduğunu düşündürmektedir. Rızâyî, Nüzhetü’l-Ebrâr’da annesiyle babasının Aksaray’da türbesi olan Somuncu Baba’nın (Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî’nin) torunlarından Şeyh Hâmid’e samimi bir sevgiyle bağlı olduklarından ve bu samimiyete istinaden onun soyundan olan Muhsin Efendi’nin kızıyla kendisini evlendirdiklerinden söz eder.  Rızâyî, Hoca Şâh ve Muhsin adında iki oğlundan bahsetmektedir. Nüzhetü’l-Ebrâr’da Hoca Şâh adındaki oğlunun, dayısının ismini taşıdığından ve kendisinin bundan çok hoşnut olmadığı için ona Seyyid Muhammed ismini eklediğinden söz eder. Hoca Şâh’ın genç yaşında çok okuduğunu, anlayışının iyi olduğunu, güzel davranışlar gösterdiğini, arkadaşları içerisinde mülâzım ve müderris olanların bulunduğunu yine aynı eserinde zikretmektedir. Hoca Şâh, Aksaray’da Farsça bilgisiyle meşhur olan Mevlevî Dervîş Osman’dan Mesnevî, Bostan ve Gülistan başta olmak üzere önemli klasikler okuyarak Farsça bilgisi edinmiştir. Bazı fıkhî eserleri istinsah ettiği kaynaklarda geçtiğine göre babası gibi ilmî coşkuya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Yine Rızâyî’nin beyanlarına göre Hoca Şâh, İstanbul’da Hasan Bey Medresesinde okumuş, Karaçalebizâde Mahmûd Efendi’nin babasından mülâzımlık almış ve daha sonra da Denizli’deki İshak Paşa Medresesine devam etmiştir. Hoca Şâh, Denizli’de İshak Paşa Medresesine devam ederken Rızâyî bu şehirde kadıdır. Küçük oğlu olduğu anlaşılan Muhsin, Denizli’de h.1056/m.1646-47 senesinde dünyaya gelmiş fakat h.1072 (Safer)/m.1661 (Eylül/Ekim) yılında 15-16 yaşlarında vefat etmiştir. Rızâyî, oğlunu babasının yanına Üsküdar’daki Hüdâyî mezarlığına defnetmiştir. Bazı manzumelerindeki içli söyleyişleri, Muhsin’in vefatının şairi epey hüzne boğduğunu göstermektedir:

“On altı yıl yalıñuz yatdı anda
Bugün Muhsin olupdur aña mihmân

Biñ elli altıda ol Muhsin Allâh
Bana Muhsin kulın eyledi ihsân

Yine aldı anı yetmiş ikide
İde Mevlâ efendi aña gufrân

Safer ayı idi eyledi rıhlet
Cigerüm itdi hûn gözümi giryân

Babamuñ yanına defn itdüm anı
Garîb yatmaya babam anda her ân

Dedeler oğul oğlun pek severler
İde du‘a-yı hayrı bile ihvân” (Tezkire, 14a)

Rızâyî ilk tahsilini Aksaray’da yapmıştır. Şairin kuvvetle muhtemel olan medrese eğitimine ek olarak Aksaraylı bazı âlimlerden de istifade ettiği anlaşılmaktadır. Kadılığıyla beraber şairliğiyle de bilinen Aksaraylı Mimzâde Dânişî Şabân Efendi’nin hat sanatında üstâdı olduğunu bazı ilimleri kendisinden okuduğunu söyler. Ferâiz konusunda da Aksaraylı kadı Hayreddin Efendi’den ders aldığını, Aksaray’ın âlim mutasavvıflarından Şeyh Molla Ali Efendi’nin hocası olduğunu belirtmektedir.

Rızâyî’nin çocukluk döneminde Aksaray ve çevresinde ciddi bir Celvetî muhiti bulunmaktaydı. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin doğum yeri Koçhisar’ın Aksaray’a bağlı bir kasaba olması, Celvetî tarikatının bu yörede güçlü olmasını sağlamıştır. Rızâyî’nin Tezkire’de ve Mahmûdiyye’de verdiği bilgilere göre Hüdâyî, ilk tahsilini Aksaray medreselerinde yapmıştır. Doğum yeri olması hasebiyle Koçhisar’a hususi bir önem vermiş, burada bazı hayır faaliyetlerinde bulunmuş ve bu bölgede her zaman bir halifesini irşatla görevlendirmiştir. Rızâyî, küçük yaşlardan itibaren, babası Abdurrahmân Efendi’yle birlikte defalarca Hüdâyî’ye ziyarette bulunmuştur. Hüdâyî’nin Koçhisar halifesi Akbaba Mustafa Efendi’nin Aksaray’daki evlerine gelmesinin, kendisine tövbe ve istiğfar tavsiyesinde bulunmasının akabinde ondan “tevbe ve inâbetalarak Celvetî müritleri arasına katılır. Rızâyî bu sıralarda henüz ergenlik yaşına girmiştir. Her ne kadar akrabalarından Halvetî şeyhi Hamza Efendi’yle ilişkilendirilerek Aksaray’da seyyid oldukları bilinse de Rızâyî, kendisinin seyyidliğiyle ilgili Hüdâyî’nin sözünü manevî bir işaret olarak görmekte ve Hüdâyî’nin şahitliğini siyâdetine önemli bir delil olarak sunmaktadır. Tezkire’de geçen ifadelere göre Hüdâyî; Rızâyî’nin atalarını tanımaktadır, onlar hakkında anlatılan bilgilere vâkıftır. Memleketi Koçhisar’a çok yakın olan ve Koçhisar’ın da kasabası olarak bağlı bulunduğu “Kubbetü’l-İslâm” ismiyle anılan Aksaray şehrinde ilim tahsil ederken Rızâyî’nin dedelerini görmüş ve onların yaptığı birçok iyiliğe şahit olmuştur. Eserinde belirttiği üzere Hüdâyî, kendisinin seyyidliğini Nakîbü’l-Eşrâf Ebu’l-Kâsım Gubârî’ye tescil ettirmiştir. Rızâyî, sözü edilen bu tescili, Hüdâyî’nin kendisine birinci şefaati olarak görür. Bu anekdot, Mahmûdiyye’de de geçer. Babası Abdurrahmân Efendi’yle Şeyh’i, Üsküdar’da ziyaretleri aralıksız sürer. Bu sıralarda Rızâyî’nin İstanbul’da medrese tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır. Üsküdar’a her gelişlerinde Aksaraylı olması hasebiyle, Hüdâyî’nin çok değer verdiği “makbûle bacılarından Aksaraylı Ümmî Bacı’ya uğramayı ihmal etmeyen Abdurrahman Efendi, bir gün Ümmî Bacı’nın da hazır olduğu bir sırada -huzûr-ı Hüdâyî’deAziz Mahmûd Hüdâyî tarafından taltif edilir. Hüdâyî, kendisine “soyundan gelen birinin Hüdâyî âsitânesinin manen çok yakınlarında olacağını ve hidayete ereceğini” söyler. Rızâyî, “tebşîr” edilen kişinin kendisi olamayacağını çünkü çok günahkâr olduğunu, affa layık olmadığını belirtir. Mezkûr şahsın kendisi olabileceği ümidini, “küstâhâne” bir yaklaşım olarak yorumlar. Hüdâyî’nin müjdesi karşısında babasının yaşadığı sevinci ve hissettiği manevi hazzı nazma dökmekten de geri durmaz:

“İlâhî ben kimüm ki gele neslüm
Benüm bu Hazret’üñ ola karîbi

Meğer ‘avn u ‘inâyet ola senden
İdesün sen ola anuñ nasîbi

Hidâyet gülşeninüñ fazluñ ile
Olaydı bârî oğlum ‘andelîbi (Tezkire, 11b)

Bu diyaloglardan anlaşılacağı üzere Rızâyî’nin yaşamında Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin apayrı bir yeri vardır. Hüdâyî’nin başını çektiği Celvetî şeyh ve dervişleri, hayatının sonuna kadar kendisinin yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Sadece kadılık veya nâiblik yaptığı yerlerde değil muhtelif birçok yerdeki mutasavvıfları ve âlimleri bizzat ziyaret etmiştir. Ziyaret ettiği kişilerin önemli bir kısmı Celvetî’dir. Ancak o, mutaassıp bir tarikat mensubu olmamış; farklı tarikatlardan ve meşreplerden olan birçok mutasavvıfla ve ilim erbabıyla da görüşmekten ve onlardan eserlerinde sitayişle bahsetmekten uzak durmamıştır. Örneğin, Arapça eseri Mahmûdiyye’nin girişinde ilk söz ettiği mutasavvıf, Hüdâyî olmasına rağmen hemen akabinde Halvetiyye-Sivasiyye şeyhi Abdülahad Nûrî’den bahsetmesi, farklı meşrepten birçok tasavvuf erbabına önem atfetmesinin veya atfedeceğinin göstergesi gibidir. Denizli’de kadılığı sırasında geceleri uyumamakla övdüğü Bektâşî dervişi Ali’yi kendisine nâib olarak ataması da bu bağlamda düşünülebilir.  Hüdâyî’den sonra Celvetî şeyhi olmuş Mes’ûd Efendi (Hüdâyî’nin torunu-ö. h.1067/m.1656-57), Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi (ö. h.1075/m.1664-65), Gafûrî Mahmûd Efendi (ö. h.1078/m.1667-68), Zâkirzâde Abdullâh Efendi (ö. h.1068/m.1657-58) onun saygı duyduğu ve değer verdiği Celvetî büyüklerindendir.

İstanbul’da medrese eğitimine devam etmiştir. H.1030-1034/m.1620-1624 yıllarında Şeyhülislâm Es’ad Efendi’ye dânişmendlik yaptığını ve bu sıralarda evli olduğunu Tezkire’de verdiği bilgilerden anlıyoruz. Şairin belirttiğine göre babası Abdurrahmân Efendi, Rızâyî’nin Es‘ad Efendi’den mülâzımlık elde etmesi noktasında Hüdâyî’den yardım istemektedir. Hüdâyî, Abdurrahmân Efendi’nin isteğini kabul etmiş ve onları hâdimlerinden Asâdâr Osmân Dede’yle beraber Es‘ad Efendi’ye göndermiştir. Şair, bahsi geçen bu yardımı Hüdâyî’nin ikinci şefaati olarak kabul eder ve üçüncü şefaatinin de ahirette olacağını ümit ettiğini birçok kez söyler. Dânişmendliğinin akabinde kuvvetle muhtemel Aksaray’a geldi ve Aksaray’daki Berâmûniyye Medresesinde müderrisliğe başladı. Mahmûdiyye’de bir rüyasında Hızır’ı gördüğünü, bu sırada kendisinin kadılık istediğini, Hızır’ın kendisine dua ettiğini söylemesi henüz kadı olmadığını, ilk görevinin müderrislik olduğunu göstermektedir. Antep’te babası kadıyken onun nâibliğini üstlenmiştir. Hüsrev Paşa’nın Mardin’de olduğu yıllarda Antep’te babasının nâibi olduğunu söylediğine göre 1630-31’li yıllarda bu görevde olmalıdır. Rızâyî’nin anlattığına göre, Vezir Hüsrev Paşa, Mardin yöresindeyken Paşa’nın mülâzımlara yüksek makamlar verdiğini işitir. Bu sırada Rızâyî, maddi sıkıntılar çekmektedir. Mahkeme gelirleri, ailesinin geçimine yetmemektedir. Bu nedenle Vezir’in yanına gitmenin faydalı olacağını düşünerek babasından izin ister. Seyahat etmeyi seven bir yapıya sahip olan Rızâyî’nin babasının yanında görevi vesilesiyle mi yoksa seyahat amacıyla mı bulunduğu -Antep nâibliği dışında- tam olarak söylenmemektedir. Ancak Nüzhetü’l-Ebrâr’daki Arapça bir beytine yazdığı derkenârda babasının kadılığında onun nâibliğini yaptığını, kendisini günahkâr hissettiğini, daha sonra kadı olduğunu, on dört beldede vekâleten ve asâleten kararlar verdiğini söylemesi, babasına aktif olarak nâiblik yaptığına işaret etmektedir. Babasının ismini de zikrettiği gezilerinin önemli bir kısmında görevi vesilesiyle babasının yanında bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu gezilerin bazılarının gerçekleştiği dönemlerde medrese talebesi olduğunun anlaşılması, hem babasını hem de sözü edilen bölgelerdeki ilim ve tasavvuf erbabını ziyaret amacı güttüğünü de düşündürmektedir. Babasının kadılıkları münasebetiyle Urfa (Ruha), Diyarbekir, Mardin, Antep, Hama, Humus, Sermin, İdlib ve Halep coğrafyasında da bulunmuştur. Mahmûdiyye’de Vezir Halil Paşa’nın Erdebil seferine görevlendirildiği sıralarda Antep’e geldiğini ve yanında babasının olduğunu belirtmesi veya aynı yerde Halep tarafına yöneldiklerini söylemesi, onun 1618 yılında babasıyla beraber sözü edilen bölgelerde bulunduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır. 1618 yılı ve çevresini kapsayan seyahatinin İstanbul’daki medrese tahsiliyle çakışması, en azından bu zaman dilimindeki seyrin, gezi amaçlı olduğunu akla getirmektedir. Mahmûdiyye’de meczup şeyh Arslan Dede’den söz ederken onu, babasından on dört sene sonra bahsi geçen şehirde kadı iken ziyaret ettiğini söylemesinden hareketle 1636 senesinde babasının Hama’da kadı olduğu ve bu görevi sonlandırdığı anlamı çıkarılabilir. Babası, 1618 yılıyla 1636 yılları arasında uzun bir dönem bahsi geçen coğrafyada görev almış olmalıdır. Nitekim Mahmûdiyye’de babasının Humus’tan Sermin’e nakledildiğini söyler. “Makâmımıza merhûm Borlu Kemalzâde Mehmed Efendi geldi.” [tercümeden hareketle] dediğine göre babası Humus kadısı, kendisi de onun nâibi olmalıdır. Aynı görev bildirimini Sermin için de söyleyebiliriz.  Mahmûdiyye’de; babasıyla birlikte Hama’da bulunduğundan, meczuplardan Şeyh Ebubekir Efendi’yle hasbihal ettiğinden, Sermin’de Şeyh Berî’yle karşılaşmalarından, Halep’te cezbe ehlinden Arslan Dede’yle müşerref olduğundan sitayişle bahseder. Rızâyî, Hama’da muhtemelen babasına nâiblik yapmıştır. Abdurrahmân Efendi, Hama’dayken hac farizasını gerçekleştirmiş ve Hama dönüşünde de vefat etmiştir.

Rızâyî’nin Aksaray’da kadılık yaptığı Nüzhetü’l-Ebrâr’daki kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ancak burada tarih bilgisi vermemiştir. 1620-1624 senesinde Es‘ad Efendi’nin dânişmendliğini yapan ve ondan mülâzımlık elde eden Rızâyî’nin akabinde Berâmûniyye Medresesinde müderrislik yaptığını söylemiştik. “Günahkârım çünkü ben babamın kadılığında nâibliğini yaptım. Sonra da kadı oldum. …ben bizzat kaydettiğim on dört beldede vekâleten ve asâleten kararlar verdim.” [tercüme metne atfen] ifadelerinden hareketle -ihtiyata binaen- babası vefat edene kadar onun nâibliğini yaptığı, babasının vefatından sonraki bir dönemde Aksaray kadılığı vazifesinde bulunduğu neticesine ulaşabiliriz. Abdurrahmân Efendi, vefat edene kadar kadılık yapmayıp ömrünün son yıllarında görevini bıraktı ise Rızâyî’nin babasının sağlığında da Aksaray kadılığı yapmış olabileceği ihtimali doğabilir.

Berâmûniyye müderrisliği sırasında bir rüya gördüğünü, rüyasında Hızır’la görüşmesine değindiğini ve bu sıralarda kadılık görevini arzu ettiğini dile getirmiştik. Mahmûdiyye’de, bu rüya hadisesinden yaklaşık bir ay sonra Amasya ve Tokat taraflarına yaptığı bir geziden bahsetmektedir. Burada Vezir Halil Paşa’nın Abaza Mehmed Paşa’yla mücadelesine yer vermekte, Halil Paşa’nın bu mücadele neticesinde Amasya’ya çekildiğini söylemektedir. Zile kasabasına gittiğini, Amasya’da on gün kaldığını belirtir ve Niksar’da “Koca Mustafa Paşa” adlı bir arkadaşının kendisine refakat ettiğinden bahseder. Biz, tarihi kaynaklardan Vezir Halil Paşa’nın 1627 yılında bölgede isyan çıkarttığı için Abaza Mehmed Paşa’yı Erzurum’da kuşattığını biliyoruz. Abaza karşısında dayanamayan Halil Paşa daha sonra Tokat tarafına çekilmek zorunda kalmış ve 1628’de vezirlikten ikinci kez azledilmişti. Bu bilgiler ışığında Rızâyî’nin 1627-1628 yıllarında Amasya ve Tokat (Zile-Niksar) civarına bir seyahat yaptığı sonucuna erişiyoruz. Amasya ve Tokat’a bölgenin ilim ve tasavvuf erbabını ziyaret etmek maksadıyla seyahat amaçlı gittiği, söz konusu bölgede herhangi bir görevde olmadığı açıktır. Yine, bilgilerden hareketle Rızâyî’nin 1624-1627 yıllarında Aksaray’da müderrislik yaptığı neticesini elde ediyoruz. Ancak müderrislik vazifesinin ne zaman sonlandırıldığını bilemiyoruz.

Rızâyî, Çorum’da da kadılık yapmıştır. Fakat bu görevi ne zaman ifa ettiği tam olarak anlaşılamamaktadır. Müftü Şeyh Hasan Efendi, Karabaş Efendi, Nimetullâh Efendi, Müderris Mehmed Efendi, Molla Şevki ve Nâib Molla Mehmed, yaklaşık dört aylık Çorum kadılığında kendisinden övgüyle söz ettiği ilim erbabındandır. Mahmûdiyye’de gezip gördüğü şehirleri ele alırken gözetmiş olduğu sıradan hareket ederek Çorum kadılığının, 1627 yılının sonu ile 1628 yılının başlarındaki Amasya ve Tokat ziyaretlerinin akabinde olma ihtimali üzerinde -zayıf bir ihtimal olarak- durulabilir. Mahmûdiyye’nin tercümesinden alıntıladığımız “… O sırada Sultan Murad Revan kalesine gitmiş, orayı fethetmeyi hedeflemiş, Allah’ın yardımıyla fethetmişti.” cümlesi, 1635 yılında Kars’ta bulunduğunu göstermektedir. Ancak kadılık göreviyle mi bu şehirde bulunduğu, babasına vekâlet mi ettiği yoksa seyahat mi tertiplediği belirtilmemiştir. Rızâyî, aynı eserde Kars’tan sonra Kırşehir, Niğde, Larende (Karaman), Ereğli ve Kayseri’de karşılaştığı ve görüştüğü şahısları anlatmakta ve onların etrafında oluşan rivayetlere yer vermektedir. Kayseri’deki âlimleri ve mutasavvıfları ele alırken orada kadılık yaptığını belirtir. Diğer yerlerden söz ederken ifa ettiği görevi söylememesi, sadece Kayseri’de aldığı vazifeden bahsetmesi, söz konusu yerlerde başka amaçlarla bulunduğunu düşündürmektedir. Şayet babası mezkûr yerlerde kadılık yaptıysa Rızâyî’nin de babasının nâibi olduğu ihtimal dahilinde değerlendirilebilir. Rızâyî, Kayseri’de ne kadar süre görev yaptığını belirtmez.

Şair, o zamanlardaki adı Lazkiyye olan Denizli’de 1645-1647 senelerinde nâiblik ve kadılık yapmıştır. Celvetî büyükleri başta olmak üzere şehrin önde gelen âlim, fâzıl ve sâlihlerinden birçok manevi şahsiyetle görüşmüştür. Sûfî kimliğinde izler bırakan, Hüdâyî’nin halifesi Arnavut Mustafa Efendi, bu kişilerin önde gelenlerindendir. Tezkire’sinde Şeyh’le karşılaşmasını iştiyakla anlatır. H.1055 [Zilhicce]/m.1646 [Ocak-Şubat] senesinin Zilhicce arefesinde sırf Allah rızası için onu ziyaret ettiğini söyler. Koçhisar halifesi Akbaba Mustafa Efendi’nin yıllar önce kendisinden bahsettiği “merd-i kâmil”in muhtemelen bu kişi olduğunu düşünür. Rızâyî, yine aynı şehirde Hüdâyî’nin Kuşadası halifesi Pâlânî Mustafa Efendi’yle görüşüp bu şahıstan birtakım “evrâd ü ezkâredinir. Denizli’de kendisinin iftiraya uğradığını söyleyen Rızâyî’nin Denizli’deki kadılık macerası h.1057/m.1647 senesinde bir gece vakti hizmetçisi Seyyid Halil’le gizlice ayrılmasıyla son bulmuştur. Denizli’de çok haksızlıklara uğradığını, yapmadığı bir şey konusunda kendisine iftira atıldığını, ahalinin kendisine tuzak kurduğunu söyleyen şair, ayrılışında bir kısım manevi kişilerin kendisine yardım ettiğini belirtmektedir.

Şair, Denizli’den ayrıldıktan sonra Aydın, Nazilli, Kuyucak, Tire ve İzmir gibi şehirlerde dolaşmış; bu şehirlerde başta Celvetî tarikatına mensup mutasavvıf, âlim, sâlih ve kadılardan birçok kişiyle görüşmüştür. Manisa’dan Bursa’ya geçen Rızâyî’nin burada Hüdâyî’nin halifesi Aksaraylı Abdürrahîm Efendi’yle görüştüğü bilinmektedir. Aynı kişiyle daha önce Lefke’de (Bilecik-Osmaneli) ve Aksaray’da da diyaloglar kurduğunu ifade eder. Samimi bir Hüdâyî bağlısı, mütevazı bir Celvetî müridi olduğunu bildiğimiz Rızâyî, Aksaraylı Abdürrahîm Efendi’yi ziyaret etmekteki maksadının, “hesap gününde Peygamber sancağı altında onunla beraber bulunmak ve kıyamet günü birlikte haşrolmak” olduğunu belirtmekte; Allah’tan kendisini affetmesini ve cehennem ateşinde yakmamasını dileyerek münâcâtta bulunmaktadır:

“Refîk ide bizi ‘Abdu’r-rahîm’e
Gidevüz bile râh-ı müstakîme

Suçımuz ‘afv ide lutf issi Mevlâ
Yakup yandurmaya nâr-ı cahîme

Hidâyet eyleye idüp ‘inâyet
Hemân Hakk almaya cürm-i ‘azîme” (Tezkire, 10b)

H.1057/m.1647 senesinin sonlarında memleketi Aksaray’a döndüğü anlaşılan şairin, burada bir buçuk sene kaldığı bizzat kendisi tarafından belirtilmektedir. H.1059/m.1649 yılında Aksaray’dan İstanbul’a hareket eden Rızâyî, İstanbul’da Celvetî muhitini ziyaret eder. Kazasker Memikzâde Mustafa Efendi tarafından Malatya kadılığına atanır. Kırk aylık bir süre, bu şehirde kadılık yapacağını söylemekte fakat dört ay sonra görevinden uzaklaştırıldığını belirtmektedir. Malatya’da birçok sıkıntı çekmesine rağmen Denizli’nin aksine bu şehirden çok memnun ayrıldığını söyleyen şair, yöre halkının yaşantı olarak sünnete ve şeriata bağlı olduğunu zikretmektedir.

Yirmi altı gün gibi kısa bir süre Sivas’ta bulunan Rızâyî, h.1060/m.1650 yılının ilk aylarında Hama kadılığına atandı. Babasının kadılık görevinden ve kendisinin muhtemel nâibliğinden dolayı Hama’ya daha önce de gelmiş olan Rızâyî, yaklaşık 14 ay bu şehirde kaldı ve oradan Hicaz’a geçerek hac farizasını yerine getirmeyi niyet etti. Ancak bu niyetini gerçekleştiremediği anlaşılmaktadır. Hama şehri, şairin tasavvufî yaşamında önemli etkiler bırakmıştır. Çünkü, burada Abdülkâdir-i Geylânî’nin soyundan gelen Kâdirî ulemâsı ve meşâyıhından önemli birçok kişiyle ve seyyidlerle görüşmüş, Kâdirî şeyhi Şeyh Şerefü’d-dîn el-Kâdirî’den tövbe, inâbe, biat, kisve ve hilafet alarak söz konusu tarikatta önemli bir mevki edinmiştir. Rızâyî, Kâdirî şeyhi tarafından kendisine verilen hilafete layık olmadığını ve bu yüzden de kendisine gelenlere tövbe ve inâbe vermeye yetkisinin bulunmadığını söyleyerek Allah’ın affına sığınır. Rızâyî, Hama’daki yaşamından da anlaşıldığı üzere her ne kadar Celvetî tarikatına mensup bir sûfî olsa da Eşrefoğlu Rûmî’den de iyi bildiğimiz Hama’daki yoğun Kâdirî geleneğine kayıtsız kalmamış ve bu tarikatta önemli bir konuma yükselerek halifeliğe kadar gelebilmiştir. H.1061/m.1651-52 senesinde Aksaray’a döndü. Hama’da elde ettiği Kâdirî hilafeti halk arasında duyulunca İbrahim Bey Camii (Ulucami) ve Sûfîler Mahallesi mescidinde (Tirzar Mahalle Mescidi/Rızâî Hasan Camii) her hafta Kâdirî zikri tertip etmek için Rızâyî’nin etrafında toplanmışlardır.

H.1061 (Zi’l-hicce ayının 22’si)/m.1652 yılında (Kasım-Aralık) ayının ortalarında tekrar İstanbul’a giden şair, Kazasker Bâlîzâde Mustafa Efendi’nin mülâzımlığına getirildi. Kısa süren bu görevinden çok memnun olarak ayrılmadığı anlaşılan Rızâyî’nin, Mustafa Efendi hakkında bir kısım eleştirilerde bulunduğu görülmektedir. Bu eleştiriler, dönemindeki adli yozlaşmalara değinmesi açısından önemlidir. Zikredilen mülâzımlıktan sonra Antakya kadılığına atanan Rızâyî, h.1063(Zi’l-hicce ayının 22’si)/m. 1653’te (13 Kasım) şeyhülislâmlık makamından azledilen Es‘ad Efendizâde Ebû Sa‘îd Efendi’nin elini öpüp duasını alarak İstanbul’dan Antakya’ya hareket etti. Ebû Sa‘îd Efendi, Antakya’dan hacca gideceğini “kerâmeten” müjdeledi. Hac menâzili ve menâsiki konulu eserlerinden Rızâyî’nin hacca gittiği anlaşılmaktadır.

H.1069/m.1658-59 yılında Manisa-Alaşehir’de kadı olarak görev yaptığını bildiğimiz Rızâyî, burada ve buraya yakın şehirlerdeki Celvetî meşâyıhı başta olmak suretiyle birçok âlim ve sâlih kişilerle evliyadan bazı mühim kişileri ziyaret etmiştir. Hüdâyî’nin Kuşadası halifesi Pâlânî Şeyh Mustafa Efendi, bu büyük zatların başında gelmektedir. Denizli’de kadıyken de kendisiyle görüştüğü Mustafa Efendi, Rızâyî’ye okuyup istifade etmesi için bazı “evrâd ü ezkâr” vermiştir. Şair, Hüdâyî’nin meşhur halifesi Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi’yi ziyaret maksadıyla İstanbul’a gitmeden önce Alaşehir’de h.1070 (Rebî‘ü’l-evvel’in 15’i)/m. 1660’ta (18 Kasım) Şeyh Pâlânî ile karşılaştığını yazar.

Şair, h.1071(Zi’l-hicce)/m.1661’de (Temmuz-Ağustos), babasının kabrine ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin türbesine uğramak, dönemin Celvetî şeyhi Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi’yi ziyaret amacıyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da Hüdâyî Câmii’inde Fenâyî Efendi’ye uyarak Cuma namazını kıldı. Celvetî zikir ve ayinlerine katılarak Fenâyî Efendi’nin vaazlarını dinledi. Şeyhinin elini öperek, tövbe ve inâbet almak amacıyla “Gülzâr-ı Niyâz” adındaki manzum eserini Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi’ye sundu. Rızâyî’nin Adana’da kadılık yaptığını ve buradayken h.1073/m.1662-63’te hacca gittiğini, Adana şehrinin de hac güzergâhlarından olduğunu öğreniyoruz. Müstakîmzâde de h.1074/m.1663-64 senesinde onun haccı eda ettiğini söyleyerek yakın beyanlarda bulunur. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Bağdatlı Vehbi Koleksiyonu’nda bulunan bir manzumesi ışığında h.1075/m.1664-65 yılında Kastamonu’da kadı olduğu bilinen Rızâyî’nin, şeyhi Ehl-i Cennet Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelmek zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. Hekîm Nidâî’nin “Dürr-i Manzûm” adlı hastalıklar ve devaları konusundaki eserini istinsah ederken verdiği tarih olan h.1076 (Zi’l-hicce)/m.1666(Haziran-Temmuz)’da Kastamonu’dan ayrıldığını ve “Mansubum Akyazı olup te’bîd/Kastamonı’dan itdiler takyîd” beytiyle, Sakarya-Akyazı’ya görevlendirildiğini dile getirir. Şu anki bilgilerimize göre Rızâyî’nin son görevi, İstanbul’da Balat kadı nâibliğidir. Bu görevdeyken h.1079 (Ramazân’ın 18’i)/m.1669 (19 Şubat) günü “Cûy-ı Rahmet” adını verdiği Gülistân şerhini ve sözlüğünü telif etmeye başlamış ve h.1080/m.1669-70’te tamamlamıştır. Rızâyî’nin, bu sırada 71-72 yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır. Müellif, Gülistân şerhinin bazı yerlerinde h. 1082/m. 1673-74 tarih kaydını atmış ve 75 yaşında olduğunu belirtmiştir. Bu kayıtlar müellifin şerhe sonraları birtakım eklemeler yapmış olabileceğini akla getirmektedir.

Rızâyî’nin ne zaman ve nerede vefat ettiği, bilgimiz dâhilinde değildir. Abdurrahmân İmâdî eş-Şâmî’nin menâzil ve menâsik konulu bir eserini istinsah eden şairin bu eserde verdiği h.1087/m.1676-77 tarihine dayanarak 78-79 yaşlarında sağ olduğu sonucunu ortaya çıkarıyoruz. Rızâyî hakkında tezkirelerde bilgi olmamakla beraber, biyografik ve kaynak kitaplarda verilen bilgilerin oldukça yetersiz olduğunu daha önce söylemiştik. Osmanlı Müellifleri’nde kendisinden Celvetî şeyhi olarak söz edilerek Aksaraylı olduğu ve Gülistân’ı nazmen tercüme ettiği, bir nüshasının Rüstem Paşa Kütüphanesinde bulunduğu belirtilmektedir. Mecelletü’n-Nisâb müellifi Müstakîmzâde Süleymân Efendi, şairin Ma‘rifetü Tarîkati’l-Kâdiriyye adlı eserinden hareketle onun Kâdirî olduğunu belirtmekte, Hama’da Abdü’r-rezzâk bin Şerefü’d-dîn El-Kâdirî’den “ahz-ı tarikat” eylediğini, Anadolu beldelerinin ihlaslı kadılarından olduğunu dile getirmektedir. Onun beyanına göre Erîhâ kadılığı yapmış bir kardeşi bulunmaktadır. Müstakîmzâde’nin “bi-civârı Ebî Eyyûb el-Ensârî” ifadesini kullanması, bahsi geçen kardeşinin Eyüp Sultan türbesi civarında defnedilmiş olduğunu göstermektedir. Başka bir araştırmacı Bağdatlı İsmail Paşa da Hediyyetü’l-Ârifîn’de aynı fikri destekleyerek (Kâdirîlik ilgisine atfen), Rızâyî’nin Tuhfetü’l-Menâzil fi’l-Menâsik ve Ma‘rifetü’l-Tarîkati’l-Kâdiriyye eserlerini zikretmektedir. Fakat ölüm tarihini h.1071/m.1660-61 (Hama) olarak vererek hataya düşmüştür. Oysa, ölüm tarihini tam olarak bilmemekle beraber 78-79 yaşlarında sağ olduğu tespitlerimiz arasındadır. Tuhfe-i Nâilî’de Rızâyî, farklı ciltlerde iki ayrı maddede ele alınmıştır. Hediyyetü’l-Ârifîn’de olduğu gibi bu eserde de vefat tarihi yanlış verilmiştir. Keşfü’z-Zünûn Zeyli İzâhu’l-Meknûn’da Hasan Rızâyî, dört ayrı eseriyle birlikte anılmaktadır. Bağdatlı İsmail Paşa; şairi “Seyyid Hüseyin el-Aksarâyî er-Rûmî [sehven], es-Seyyid Hasan Rızâyî ibni ‘Abdu’r-rahmân el-Aksarâyî er-Rûmî el-Kâdirî, Rızâyî ve Hasan Rızâ ibni ‘Abdu’r-rahmân el-Aksarâyî el-Kâdirî” isimleri, künyeleri ve nisbeleriyle zikretmektedir. Türk Dili ve Edebiyatı  Ansiklopedisi’nde şair, verilen bilgiler birbirine yakın olmakla beraber “Rızâî” ve “Rızâî Hasan Efendi” maddeleriyle -aynı sayfada- ayrı başlıklar halinde ele alınmıştır. İlk maddede (Rızâî maddesi), şair Rızâyî’ye ait olmayan bazı eserlerin ona aitmiş gibi gösterilmesi başka bir Rızâyî’yle karıştırılmış olabileceği ihtimalini düşündürmektedir. Bu maddede; 17. yüzyıl şairlerinden olduğu, Tevfiknâme adlı mesnevisinden anlaşıldığı üzere Aksaraylı bir kadı olduğu, Hama’da Kâdirî şeyhinden hilafet aldığı, Kasîde-i Bürde’yi tercüme ettiği ve Millet Kütüphanesi Ali Emiri Yazmaları 545 numaralı mecmuaya göre Dîvân tertip ettiği yazılıdır. Bu maddede verilen bilgilerden Dîvân sahibi olduğu ve Tevfîknâme mesnevisini yazdığı bilgisi muhtemelen İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu’ndan hatalı bir şekilde aktarılmıştır. Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi’nden yaptığımız alıntıları kritik ederken sözünü ettiğimiz bu hataların arka planı daha rahat anlaşılacaktır. Şimdilik, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki Rızâî maddesindeki birtakım yanlış anlamaların sonrası yayınlarda sürdürüldüğünü söyleyelim. Ansiklopedi’deki Rızâî Hasan Efendi maddesinde şair ayrı bir kişi olarak düşünülmüş olmalı ki aynı sayfada ayrı bir başlıkla ele alınmıştır. Bu madde içeriğine göre, Hasan Efendi de Aksaraylıdır ve 1669 yılında sağ olduğu anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında geniş bilgi yoktur. Osmanlı Müellifleri’ne göre Celvetî şeyhlerinden olup Gülistân’ı manzum olarak dilimize çevirmiştir ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi İbnülemin Koleksiyonu’nda numara 2928’de İlâhiyât’ı kayıtlıdır.  Ansiklopedi, bu maddede konumuz olan Aksaraylı Rızâyî’yi ele almaktadır. Diğer maddeye göre daha isabetli olsa da bir kısım hatalı bilgileri sürdürmektedir. Önce de defalarca belirttiğimiz gibi şair, Celvetî sûfîlerindendir ancak tarikat şeyhliği yapmamıştır. Ansiklopedi, bu bilgiyi Osmanlı Müelifleri’nden aldığını söylemektedir. Sözünü ettiği eserde Celvetî şeyhi olarak zikredilmiş tarikat şeyliği mertebesine geldiği bilgisi verilerek yanlış beyanda bulunulmuştur. İbnülemin Koleksiyonu’nda kayıtlı olan yazma, ilâhîleri ihtiva eden eseri değil 17.yüzyıl kadılık merkezlerini ele alan eseridir.

Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’sinde Aksaray şehrini anlatırken şairi doğrudan zikretmemekle birlikte, Hasan Rızâyî’nin yaptırdığı tahmin edilen ve şu an Rıza Hasan Camii olarak bilinen el-Hac Seyyid Hasan Efendi Câmii’ni, “Başköprü yakınlarında, gönle ferahlık veren, şirin bir cami” olarak vasıflandırır. İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri İle Niğde-Aksaray Tarihi’nde Rızâyî’yi “şair ve ergin” olarak tanımlamış, Osmanlı Müellifleri’nden alınmış bir kısım bilgileri tekrar ederek eserini yazarken yaptığı gözlemleri ve değerlendirmeleri sıralamıştır. Konyalı’nın belirttiğine göre Rızâyî, Aksaray’da Rıza Hasan Camii’ni yaptıran kişidir. Cami, harap olduğu için sonradan yenilenmiştir. Konyalı; caminin Cumhuriyet’ten evvel ibadete açık olduğunu, burada namaz kılındığını Aksaraylı tarihçi ve koleksiyoncu Mehmed Hamzakadı’dan dinlediğini ifade etmekte, Aksaraylı Perekzâde İbrahim Bey’in I. Dünya Savaşı sırasında harap olduğu için camiyi yıktırarak yeniden yaptırdığını söylemektedir. Perekzâde, camiyi yenilerken kitabeyi caminin kapısının üstüne koymamış, şehir dışında Kuzlacıkaya denilen yere molozlarla beraber attırmıştır. Kayserilioğlu İbrahim Karadal adındaki Aksaraylı eşraf da buradan taş toplarken kitabeyi bulmuş, Aksaray-Kızılca Mahalle’deki evinin duvarına yerleştirmiştir. Konyalı, kitabenin fotoğrafının kendisine, Niğde Milletvekili Oğuz Demir Tüzün tarafından temin edildiğini belirterek, kitabenin Arapça aslını ve çevirisini eserinde vermiştir. Mescidin h.925/m.1519 yılında Sultan II. Bayezid’in hükümdarlığı zamanında Mahmûd oğlu Hâcı Hasan tarafından yaptırıldığını, Hasan Rızâyî Mescidi de denildiğini, Rızâyî’nin onun mahlası olduğunu belirtmektedir. Rızâyî hakkında verilen bilgilerin bir kısmı doğru olmakla birlikte bir kısmıysa ihtilaflı ve tartışmalıdır. Konyalı, Rızâyî’nin, Rıza Hasan Camii’nin ilk “bânîlerinden” olduğunu söylüyor. Camide bulunduğu söylenilen bir kitabeye dayanarak, “Camiyi, kitabeye göre 925 yılı Receb’i evvellerinde Mahmûd oğlu Hâcı Hasan yaptırmıştır.” diyor. Fakat Rızâyî’nin Mahmûdiyye, Tezkiretü’s-Sâlikîn, Tecelliyât-ı Hüdâyî’nin Nazmen Şerhi gibi eserlerine dayanarak h.1007/m.1598-99 senesinde doğduğunu biliyoruz. Ayrıca şairin babasının adı Mahmûd değil Abdurrahmân’dır. Eserde Rızâyî, Halvetî şeyhlerinden birisi olarak zikredilmektedir. Oysa Rızâyî, eserlerinde belirttiği üzere, samimi bir Hüdâyî bağlısı olup Celvetî tarikatındandır. Bir ara Kâdirî yoluna intisap ettiği kendisi tarafından belirtiliyor. Yine kendisinin bildirdiği gibi hiçbir zaman şeyhlik makamında olmamıştır. Aksaray Tarihi’nde bahsedilen kişinin Şeyh Hasan isminde bir Halvetî şeyhi olabileceği de olasılıklardandır.  H.1080/m.1669-70 yılında Gülistân’ı manzum olarak tercüme [şerh kabul etmenin daha isabetli olduğu belirtiliyor] ettiği, Rızâyî mahlasıyla şiirler yazdığı Aksaray Tarihi’nde geçen vakıf olduğumuz en kesin bilgilerdir. Rızâyî daha önce de belirttiğimiz gibi Mahmûdiyye ve Tezkire’sinde kendisinin Hama’dayken Şerefü’d-dîn el-Kâdirî’den hilafet aldığını, Aksaray’a geldiğinde Sûfîler Mahallesi’nde (Mahmûdiyye’de Tirzar) insanların etrafına toplandığını, buradaki mescitte ve İbrahim Bey Câmii [Aksaray Ulu Camii] diye bilinen büyük camide zikirler yaptığını söylemektedir. Sofular Mahallesi, bugün de aynı adla anılmaktadır. Evliyâ Çelebi’nin “el-Hac Seyyid Hasan Efendi Câmii” olarak zikrettiği bu cami, Aksaray Tarihi’nde de geçtiği üzere, bugün de Sofular Mahallesi’ndedir. Şimdiki adı Rıza Hasan Camii olan yapıya “Köprübaşı Camii” veya “Serköprü Mescidi” de denilmektedir. Rızâyî’nin Tirzar mahalle mescidi olarak zikrettiği cami de kuvvetli ihtimalle burasıdır. Rızâyî’nin müderrislik yaptığı Berâmûniyye Medresesine atfedilen kalıntılar da bu caminin karşısında Aksaray İl Milli Eğitim Müdürlüğü bünyesinde faaliyet gösteren binaya ait bahçe içerisindedir. Caminin Rızâyî tarafından yaptırıldığı veya yenilendiği kendi döneminde “Sûfîler [Sofular] Mahallesi” ismiyle geçen mahallenin bugün de aynı adla anılmasından hareketle bahsi geçen kitabenin ona ait olduğu ihtimal dahilindedir. Kitabe üzerindeki tarihin ve “Mahmûd” isminin yanlış yazılmış olabileceği, çok ilmi gözükmese de olasılıklar arasında sayılabilir. Günümüzde caminin bulunduğu yere yakın bir mahallenin adı Hacı Hasanlı Mahallesi’dir. Ancak bu ismin, Hasan Rızâyî’den mülhem olabileceği ihtimali de unutulmamalıdır. Rızâyî, Nüzhetü’l-Ebrâr’da dedesinin isminin Hâcı Hasan olduğunu söyler. Bilimsel bir dayanaktan yoksun olmakla beraber Hacı Hasanlı Mahallesi’ne ismini veren, Rıza Hasan Camii’ni yaptıran ve sözünü ettiğimiz kitabede adı geçen Mahmûd oğlu Hâcı Hasan’ın Rızâyî’nin dedesi Hacı Hasan Efendi olduğunu ve Halvetî şeyhliği yaptığını söyleyebiliriz.

Necdet Yılmaz, “Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler Devlet ve Ulemâ” adlı kitabında Celvetiyye şeyhleri, halifeleri ve müritleri arasında Rızâyî’den ayrı bir başlık altında söz etmektedir. Bu kitaptaki bilgilerin bir kısmı hatalıdır. Burada Rızâyî’nin babasının Aksaraylı Abdurrahîm Efendi olduğu söylenmektedir. Oysa Rızâyî’nin bizzat kendisi babasının ismini Abdurrahmân olarak vermekte; kendisini “Seyyid Hasan eş-şehîr Rızâyî ibnü’l-hac Abdurrahmân el-Aksarâyî, Hâcı Efendi-zâde Seyyid Hasan Aksarâyî, Aksarâyî Hâcı Efendi-zâde Rızâyî” nisbeleriyle takdim etmektedir. Aksaraylı Abdurrahîm Efendi ise Hüdâyî’nin halifelerinden olup Bilecik-Osmaneli (Lefke), Bursa ve Aksaray’da tarikat hizmetlerinde bulunmuştur. Hüseyin Vassâf’ın Sefîne’sinde  Celvetî şeyhleri arasında zikrettiği Abdurrahîm Efendi, Bursa’da Umurbey Mahallesi’nde irşatla vazifeliyken m.1648 yılında vefat etmiştir. Rızâyî, Tezkire’sinde ve Nüzhetü’l-Ebrâr’ında ondan hürmetle bahsetmektedir. Necdet Yılmaz’ın kitabında Hüdâyî’nin seyyidliği bahsinde “Rızâyî Hasan Efendi, mezkûr eserinde, siyâdetlerine şahidüz, ifadesini kullanmakla da onun seyyidliğinin ma‘nevî değil sulbî olduğuna işaret etmiştir.” denilerek bu konuda yazılanın tam aksi iddia edilmektedir. Oysa, siyâdetine şahitlik getirilen Rızâyî, getiren de Hüdâyî’dir.

Adem Ceyhan, Türk Edebiyatı’nda Hazret-i Ali Vecizeleri’nde “Seyyid Hasan Rızâyî, Sad-Kelime-i Alî Tercemesi” başlığı altında Rızâyî ve eserleri hakkında birtakım bilgiler vermektedir. Bilgilerin bir kısmı Sad-Kelime muhtevasıyla ilişkiliyken, bir kısmı da Rızâyî ve diğer eserlerine derli toplu bir bakıştır. Ceyhan, yukarıda sıraladığımız bazı biyografik ve bibliyografik eserlerde Rızâyî hakkında yapılan değerlendirmeleri, verilen bilgilerle eser künyelerini tekrar sıralamış; şairin bazı eserleri hakkında kısa bilgiler vermiştir.

Hasan Rızâyî, hareketli ve renkli bir mizaca sahip son derece verimli bir şairimizdir. Kadılık, müderrislik ve nâiblik yapması hasebiyle birçok şehir ve beldede bulunmuş; gözlemlerini ve değerlendirmelerini yazıya geçirmiş, dönemindeki yozlaşmalara ve aksaklıklara kalemiyle ayna tutmuştur.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye ve Ankaralı Hekim Nidâî’ye ait bazı eserleri istinsah eden Rızâyî’nin kendisine atfedilenler dışında tezkire (menakıbnâme), tercüme, şerh, seyahatnâme, nasihatnâme gibi alanlarda -şu andaki bilgilere göre- 17 eseri bulunmaktadır. Şimdi bu eserlerden tek tek söz ederek bu alanda yapılmış çalışmalardan bahsedelim:

Tecelliyât-ı Hüdâyî’nin Nazmen Şerhi: Şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Arapça Tecelliyât’ına yapılmış Türkçe manzum bir şerhtir. Nüshalarından birisi, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu, No. 3347’dedir. Bu nüsha aynı numaradaki Rızâyî külliyatında 45b-69b arasını ihtiva eder. Diğer nüsha İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesinde No. 62’de (125b-137a) kayıtlıdır.

Şerh-i Tecelliyât-ı Ehl-i Cennet Efendi: Hüdâyî’nin torunu Mes’ûd Efendi’den sonra Hüdâyî dergâhına şeyh olan Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi’nin Arapça Tecelliyât’ına yapılmış Türkçe manzum bir şerhtir. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu, No. 3347’de Rızâyî külliyatının 154a-159a varakları arasındadır. Eser üzerine Kenan Erdoğan ve Hasan Cankurt’un çalışması vardır. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü’nde muhtevasını konu alan bir madde yazılmıştır.

Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn (Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâyî): Azîz Mahmûd Hüdâyî ve onun çevresindeki Celvetî mutasavvıflarla ilgili menkıbevi bir eserdir. Rızâyî’nin diğer menkıbevi eserleri Mahmûdiyye ve Nüzhetü’l-Ebrâr’la birlikte onun hayatı hakkında en somut bilgileri veren eserlerindendir. Müellif nüshası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Türkçe Yazmaları, No. 41’de, bir nüshası da İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi (Selimiye Yazmaları), No. 64’te bulunmaktadır. Mustafa Çağırıcı, yüksek lisans tezinin bir kısmında eserin metnini vermiştir. Metinde çeviri yazı sistemi kullanılmamıştır. Muhittin Turan, bildiri metni olarak yayımlanan tebliğinde bu eseri tanıtmış ve şairin Azîz Mahmûd Hüdâyî’yle olan ilişkisine değinmiştir. Yakın bir tarihte Muhammet H. Cankurt tarafından müellif nüshasından hareketle eserin çeviri yazılı metni verilerek ayrıntılı bir incelemeye ve değerlendirmeye tabi tutulmuş, kelimeler sözlüğü ve özel adlar dizini de eklenerek eser yayımlanmıştır. Eserin mahiyeti ile ilgili bilgiler, Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü’nde madde olarak da kaleme alınmıştır.

El-Mahmûdiyye fî-Menâkıbı Ricâli’l-Bilâd: Rızâyî’nin Arapça olarak yazdığı menâkıbnâme türünde bir eserdir. İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi, No. 66’da bulunan eser, 177a-198b varakları arasındadır. Eser Mustafa Çağırıcı tarafından tercüme edilmiştir. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü’nde eserin içeriğiyle ilgili bilgiler, madde olarak yayımlanmıştır.

Nüzhetü’l-Ebrâr el-Muttali’ li-Esrâri’l-Gaffâr (Nüzhetü’l-Ebrâr min Ehli’l-Esrâr): Arapça olarak yazılmıştır. Rızâyî’nin menâkıbnâme türündeki eserlerindendir. Rızâyî bu eserinde memleketi Aksaray’daki mutasavvıflar, âlimler ve sâlih insanlar hakkında bilgi vermiştir. İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesinde No. 65’te kayıtlı olan eser, nüshanın 154a-176b varakları arasındadır. Eserin tercümesi, Hasan Uçar ve Mustafa Şen tarafından yapılmıştır. Eserin tercümesi, Hasan Uçar ve Mustafa Şen tarafından yapılmıştır. Eserin mukaddime kısmı, Arapça talik yazmanın 157b-163b varakları arasındaki içerik ve bu kısma tekabül eden tercüme metni, Aksaray kültür tarihi eksenli olarak bir bildiri metninde tahlil edilmiştir. Eserin muhteviyatıyla ilgili kısa bilgiler, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde madde olarak ele alınmıştır.

Rızâyî’nin Şiirleri: Tamamı tasavvufî ve dinî içeriktedir. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu, No. 3347’deki Rızâyî külliyatının 204a-223a varakları arasındadır. Kütüphane kayıtlarına Dîvân ismiyle girmiştir. Ancak hacmi ve içeriği incelendiğinde klasik divan hüviyetini taşımadığı görülecektir.

Kân-ı Me‘ânî (Kitâb-ı Tuhfe-i Rızâyî): Şâhidî’nin Tuhfe-i Şâhidî’sine nazîre olarak yazılan Farsça-Türkçe manzum bir sözlüktür. En hacimli nüshası 53 varaktan oluşur. Eserin 5 nüshası vardır. Bosna Hersek Gazi Hüsrev Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, R-1871, Manisa İl Halk Kütüphanesi 45 Ak Ze 184/1, Manisa İl Halk Kütüphanesi 45 Hk 2717, İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi TY 579,  Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Prof. Dr. Halil İnalcık Kütüphanesi, Mustafa Con A 156 şeklinde künye bilgileri verilen nüshaların ilk dördü üzerine Ramazan Eken yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Muhittin Turan tarafından Manisa İl Halk Kütüphanesi 45 Ak Ze 184/1 künyesiyle verilen nüshayı ele alan bir makale çalışması yapılmıştır. Yine sonradan tespit edilen Ankara Üniversitesi Yazmalar Kataloğu’ndaki nüshadan Hasan Cankurt kitabında söz etmiş, daha sonra Muhittin Turan sunduğu bir tebliğle nüshayı tanıtmıştır. Eserdeki sosyal hayat unsurlarını ele bir tebliğ, bildiri metinleri arasında yayımlanmıştır.

Miftâhu’s-Sa‘âde (Şerh-i Kasîde-i Bürde): Mısırlı İmâm Bûsirî’nin Arapça Kasîde-i Bürde’sine yapılmış Türkçe manzum bir şerhtir. Hasan Cankurt tarafından yapılan yüksek lisans tezinde ve akabinde neşredilen kitapta bu eserin çeviri yazılı metni verilmiş ve eser etraflıca incelenmiştir. Eser, hem akademik camia hem de genel okuyucu kitlesi dikkate alınarak yakın bir tarihte tekrar yayımlanmıştır. Sözü edilen bu kitap; Bûsirî’nin Arapça metnini, metnin Türkçe tercümesini, Osmanlı Türkçesinden yapılmış çeviri yazısını, çeviri yazının bilimsel bir bakışla yapılmış değerlendirmesini, hem Arapça hem de Eski Türkçe kelimelerin güncel Türkçedeki karşılıklarını içine alan bir sözlüğü ve özel adlara erişilmesi için hazırlanmış bir dizini ihtiva etmektedir.

Tuhfetü’l-Menâzil fi’l-Menâsik: Hac yolculuğuna ve hac yapma usullerine dair bir eserdir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Prof. Dr. Halil İnalcık Kütüphanesi, A 249/III (26b-38b) şeklinde kayıt altındadır. Eserin muhtevası, Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü’nde madde olarak yayımlanmıştır.

Hac Konulu Bir Manzûme ve Diğer Manzûmeler: Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Bağdatlı Vehbi Koleksiyonu, No. 561’de kayıtlıdır.

Tuhfetü’l-Menâzil ve Tuhfetü’l-Huffâz (Tuhfetü’l-Menâzili’l-Ka‘be): Cambridge Üniversity Library, No. 284 (t), or. 662 (8) künyesiyle verilen bu eserden Adem Ceyhan ve Menderes Coşkun söz etmişlerdir.

Tuhfetü’l-Kudât: Rızâyî’nin kadılara öğütler verdiği fıkıh konulu manzum bir eserdir.  Ankara Milli Kütüphane 03 Gedik 17982/2 (14b-27b) künyesiyle kayıtlıdır. Bildiri metni olarak tanıtılmış; Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü’nde eserin içeriğine dair bilgiler, madde olarak yazılmıştır.

Kadılık Merkezlerine Dair Bir Defter: 17. Yüzyıl Osmanlı’sındaki kadılık merkezlerinin sadece ismen zikredildiği ve ayrıntılı olarak ele alınmadığı 4-5 varaklık bir eserdir. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi İbnülemin Koleksiyonu’nda 2928 numarasıyla kayıt altındadır.

Cûy-ı Rahmet (Cûybâr-ı Rahmet-Gülistân Şerhi): Şeyh Sa‘dî Şirâzî’nin Gülistân’ının manzum Türkçe şerhidir. Eserin manzum sözlük kısmı da bulunmaktadır. Bir nüshası Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, No. 869’da kayıtlıdır. Eser üzerine Aysun Çelik tarafından bir doktora tezi yapılmıştır. Daha sonra bu tez, kitap olarak yayımlanmıştır. Çelik’in bu eser etrafında teşekkül etmiş bazı makaleleri de vardır.

Nazm-ı Ahkâm-ı Sâl-i Türkân: 12 Hayvanlı Türk takviminin kehanetlerini ve birtakım doğa olaylarını ele alan bu eser hakkında Şeref Boyraz, bir makalesinde bazı bilgiler vermiş ve sadece bir nüshasına dayanarak metnini yayımlamıştır. Aysun Çelik, üç nüshasından hareketle eseri incelemiş ve bildiri olarak metnini sunmuştur.

Sad-Kelime-i ‘Alî Tercemesi: Şairin, Hz. Ali’nin yüz sözünden doksan beşini Türkçeye manzum olarak çevirdiği eseridir. Adem Ceyhan, bir makalesinde bu eserin çeviri yazılı metnini vererek eseri geniş bir şekilde incelemiştir. Eser, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Prof. Dr. Halil İnalcık Kütüphanesinde İsmail Saib I, No. 5266’da kayıtlıdır.

Ma‘rifetü Tarîkati’l-Kâdiriyye: Rızâyî’nin varlığı tespit edilemeyen bir eseridir. Bağdatlı İsmail Paşa ve Müstakimzâde Süleyman Sa‘deddîn bu eserden söz ederler.

Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi’nde “Rızâî (?-1669ds.) başlığı atılarak şair Hasan Rızâyî Efendi hakkında bazı bilgiler verilmiştir. Verilen bilgilerin bir bölümünün, Osmanlı Müellifleri’nden, Mecelletü’n-Nisâb’dan alındığı, bir bölümünün de Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nden ve İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu’ndan alıntılandığı notu düşülmüştür. Burada verilen bazı bilgilerin doğru olduğu görülmekle beraber bir kısım bilgilerin ise şüphe uyandırdığı anlaşılmaktadır. Şairin Anadolu kadılarından olduğu, Aksaray’da doğduğu, hacca gittiği, Hama’da Kâdirî şeyhi Abdürrezzâk bin Şerefü’d-dîn’den tövbe ve inâbe aldığı, Aksaraylı Abdurrahmân Efendi’nin oğlu olduğu, 1669’dan sonra vefat ettiği, h. 1080/m. 1669-70’te manzum Gülistân Tercümesi(şerhi)’ni yazdığı ve eserin bir nüshasının Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Rüstem Paşa kısmında olduğu, Kasîde-i Bürde’yi tercüme ettiği (şerh ettiği) ve mutasavvıf bir şair olduğu bilgileri, ilgili yerlerde belirttiğimiz üzere, doğruluğu kesin bilgilerdir. Celvetî tarikatına intisabı doğru olmakla birlikte, tarikat şeyhliği yaptığı yanlıştır. Sözü edilen kaynakta “H.1080/m.1669-70 senesinde yazdığı Hasb-i Hâl-i Hükûmet-i Hod Der-Baba-yı ‘Atîk adlı eserinden Babaeski’de kadı olduğu anlaşılmaktadır.” denilmektedir. Bu bilgiyi muhtemelen Türk Dili ve Edebiyatı  Ansiklopedisi’nden mülhem olarak İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu’ndan almaya çalışmışlar fakat katalogdan yanlış aktarmışlardır.  Kataloğu incelediğimizde Babaeski’de kadılık yapan şairin Aksaraylı Rızâyî değil şair Ahmed Yârî olduğu görülecektir. Katalog yazarları,  Yârî’nin Millet Kütüphanesi Ali Emiri Yazmaları 514 numarada kayıtlı divanını tanıtmaktadırlar. Dîvân’ın muhteviyatı hakkında bilgi verilirken, Hasb-i Hâl-i Hükûmet-i Hod Der-Baba-yı ‘Atîk adlı manzumesine dayanarak h. 1080/m.1669-70 yılında Babaeski’de kadı olduğunun anlaşıldığı söylenmektedir. Yârî Dîvânı’nın tenkitli neşrinden bu bilgiyi doğrulayarak Rızâyî’ye atfedilen bu eserin ona ait olmadığını teyit etmiş olduk.  Katalogda 525-526. sayfalarda 198 numaralı maddede şair Yârî incelenirken, 527-528. sayfalarda 200 numaralı maddede Aksaraylı Rızâyî incelemeye tabi tutulmuştur. Kuvvetli ihtimalle Yârî’ye ait bilgiler sehven Rızâyî’ye ait olarak algılanmıştır. Her iki şairin manzumelerine ait bilgiler her ikisinde de ikinci sayfalardadır. Göz yanılgısıyla Yârî’nin ikinci sayfası, Rızâyî’nin eserleri arasında değerlendirilmiş olmalıdır. Her iki şairin de kadı olması yanılgının fark edilememesine neden olmuş olabilir. Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Aksaraylı Rızâyî’ye atfedilen Divançe ile ilgili bilgileri mezkûr katalogdan almıştır. Ancak katalog yazarları kadar temkinli ya da ihtiyatlı ifadeler kullanmamıştır. İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu’nu hazırlayanlar, Çorlulu Zarîfî’den sonra Rızâyî hakkında bazı bilgiler vermişler, kendilerinden yararlanan kişi ya da kişilerden daha temkinli hareket etmişlerdir. Kaynaklarda Rızâyî ismini taşıyan birçok şair olduğunu, kendilerinin sözünü ettiği Rızâyî’nin kim olduğunun tam olarak kestirelemediğini, bu kişinin Alî Rızâyî ve Alî ismiyle de şiirleri olduğunu söylüyorlar. Bizim de incelediğimiz Millet Kütüphanesi Ali Emiri Efendi Yazmaları’ndan 545 numaralı mecmuayı inceleyen araştırmacılar, buradaki Etvâr-ı Seb‘a, Tevfiknâme manzumeleriyle beraber Türkçe ve Farsça birtakım şiirlerini gördükleri Rızâyî’nin bazı şiirlerde Alî ismini de kullandığını çoğunlukla da Alî ismini Rızâ mahlasıyla birlikte andığını belirtiyorlar. Katalog yazarları şiirleri bir bütün olarak düşünerek manzumeleri Ali Rızâyî Dîvânçesi olarak adlandırmışlardır. “Divançe’de Rızâyî mahlasıyla Türkçe ve Farsça 5 gazel, 1 murabba, 5 müsemmen, 1 muaşşer vardır. Alî ismiyle ise Türkçe ve Farsça 12 gazel, 1 murabba, 1 müseddes, 2 muaşşer, 1 terci‘-i bend bulunmaktadır.” Müstakîmzâde’nin Mecelletü’n-Nisâb’ında bahsettiği Aksaraylı Rızâyî’nin bu şahıs olabileceğini ihtimal kaydı düşerek belirten yazarlar, Müstakîmzâde’nin Rızâyî hakkında verdiği, daha önce bizim de tetkik ettiğimiz bilgileri sıralamışlardır. Vâkıf olduğumuz bu bilgilere ilaveten Tevfiknâme mesnevisinin içeriğinden hareketle konu edindikleri Rızâyî’nin, Aksaraylı Rızâyî olabileceğini tahmin ettiklerini söylemektedirler. Tevfiknâme’de şairin ilminden, manzumelerinden, nesir eserlerinden, bazı risalelerinden ve divanından bahsettiğini, derviş bir mizaca sahip olduğunu belirten araştırmacılar muhtemelen Rızâyî’nin ilim erbabı oluşundan,  çok yönlülüğünden ve mesnevideki üslubundan hareketle mecmuada adı geçen Rızâyî’nin Müstakîmzâde’nin söz ettiği Aksaraylı Rızâyî olma ihtimalinin kaydedilmesini uygun görmüşlerdir.

Mecmuadaki Alî mahlasıyla şiirler yazan Rızâyî’nin çalışmamıza konu olan Rızâyî olduğu şüphelidir. İncelediğimiz mecmuadaki şiirlerin hiçbiri, Rızâyî’nin külliyatındaki ve diğer eserlerindeki şiirlere benzememektedir. Rızâyî’nin Alî mahlasını kullanmadığı ve Farsça şiirleri olmadığı da dikkate alındığında mecmuada şiirleri verilen Rızâyî’nin başka bir şahıs olabileceği ihtimali güçlenmektedir. Mecmuada bahsedilen diğer eserler ise Rızâyî’ye aidiyeti söylenilen “Etvâr-ı Seb‘a, Tevfîknâme ve Tahkikât” adlı küçük mesnevilerdir. Mecmuada 11b’de Etvâr-ı Seb‘a başlamaktadır. Bu eserin de kime ait olduğunu gösteren herhangi bir bilgi yoktur. 32b’de Rızâyî mahlasını kullanan şair, Dîvânı’ndan bahseder. Ancak bu mahlasın hangi Rızâyî’ye ait olduğu açık değildir. 33a’da başlayan Tevfîknâme, seksen yedi beyit olup Aksaraylı Rızâyî’ye aidiyeti konusunda herhangi bir işarete rastlanmamaktadır. Hemen akabinde Peygamberimize yazılmış bir naat, bir kısım gazeller ve dört halifenin övgüsünün yapıldığı bölümler bulunmaktadır. Halifelerden Hz. Ali’ye övgülerin olduğu şiirler daha fazladır. 49a’da ve 49b’de Rızâyî mahlasıyla Farsça gazeller bulunurken; Alî mahlasıyla da Türkçe bir gazel bulunmaktadır. 50ab’de Dervîş Alî Rûmî isminde bir şaire ait gazellerde otuz altı beyit verilmiştir. Adı geçen şair de gazelinin son beytinde Alî mahlasını kullanmıştır. Diğer şiirlerin de bu şaire ait olma olasılığı üzerinde durulabilir. Mecmuada Rızâyî’ye atfedilen eserlerden biri de Tahkîkât adını taşıyan eserdir. Mecmuanın 69b sayfasında söz konusu eserin metnine başlanılmadan önce eserin Muhammediyye sahibi Yazıcızâde Mehmed Efendi’ye ait olduğu açık bir şekilde dile getirilmektedir. Mecmuada muhtelif yerlerde Rızâyî mahlası geçmektedir. Ancak bu mahlastaki şairin, konumuz olan Aksaraylı Rızâyî olma ihtimali bulunmakla birlikte, o olduğuna dair kayıtlar düşmemizi gerektirecek ciddi bulgular mevcut değildir.

Kanaatimize göre Millet Kütüphanesi Ali Emiri Manzum Eserler 545 numaralı mecmua bilimsel bir çalışmaya konu edilmeli ve Rızâyî, Rızâ, Alî Rızâ ve Alî ismini-mahlasını ya da nisbesini taşıyan şairlerimiz mecmuadaki bilgilerden hareketle sorgulanmalıdır.

Rızâyî’nin edebî kişiliği ile tasavvufî kişiliği birbirini tamamlayıcı mahiyettedir. Onun edebî şahsiyetine kaynaklık eden tasavvufî kişiliğini şekillendiren etken daha önce defalarca zikrettiğimiz gibi Aziz Mahmûd Hüdâyî’ye duyduğu derin ve içten sevgidir. Bu nedenle Rızâyî’yi anlamanın yolu Hüdâyî’yi anlamaktan geçer. Şair, gerek mensur gerekse de manzum eserlerini kaleme alırken tıpkı Hüdâyî gibi tasavvufun muğlak konularına temas etmemiş; sadece Allah’ın rızasını kazanma, cennetle müşerref olma, her anını hayırlı işlere imza atarak doldurma, tasavvufî neşeyle hazzı yaşama ve şeyhi Hüdâyî’ye vefasını göstererek bağlılığını yenileme gayesindedir. Hüdâyî’nin öncüsü olduğu Celvetî (Hüdâyî Yolu) tarikatının düsturlarını benimsemiş olan şair, bazı manzumelerinde ve nesirle kaleme aldığı eserlerinde tarikatının esaslarına değinmiştir. Eserlerinin önemli bir bölümüne, Hüdâyî’ye olan derin sevgisi sinmiştir. “Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn (Menâkıb-ı Hüdâyî)” adlı eseri, Hüdâyî ve Anadolu’daki halifeleri hakkında yazılmış bir menâkıbnâmedir. Şair, bu eserinde, Hüdâyî’nin şefaatini amaçladığını açık bir şekilde dile getirmektedir. Hüdâyî’nin kendisi hakkındaki siyâdet müjdesini derin bir hazla defalarca dile getiren şair, şeyhi tarafından taltif edilmekten mutluluk duymaktadır. Bu saikle olsa gerektir ki (seyitliğe atfen) Hazret-i Ali’nin yüz sözünü manzum olarak şerh etmiştir. Hüdâyî’nin Tecelliyât’ını şerh etmesi; Tarîkatname’sini, Dîvân-ı İlâhiyyât’ını, Necatü’l-Garîk fi’l-Cem’i ve’t-Tefrîk risâlesini istinsah etmesi, Hüdâyî’nin Belgradlı Münîrî’ye gönderdiği mektubu kaleme alması ve kadılık yaptığı yerlerde karşılaştığı Celvetî büyüklerini ele aldığı “Mahmûdiyye” adlı eseri, Hüdâyî’nin en meşhur halifesi olup bizzat görüşüp etkisinde kaldığı Ehl-i Cennet Fenâyî Efendi’nin Arapça Tecelliyât’ını tercüme veya şerh etmesi, şairin Pîr’ine duyduğu bağlılığın tezahürleri olarak değerlendirilebilir. Şatahatlara ve taşkınlıklara meyletmemesi ve Sünni çizginin dışına çıkmaması, şeyhinden aldığı terbiyenin işaretlerindendir. Şeyhinin şefaatine mazhar olmak, irşadına hissedar olmak, Peygamberimizin şefaatine erişmede, günahlarının affında şeyhinden vesile talep etmek ve ahirette onunla haşrolmak birçok manzumesinde konu edilmiştir.

Şair, fî-Beyânı Ma‘nâ-yı Celvetî bi’l-Cîm başlığı taşıyan manzûmesinde Celvetî kelimesinin ne anlama geldiğini izah etmektedir. Celvetî’deki “cîm” harfinin “cemâl”e, “lâm” harfinin “likâ”ya, “vâv” harfinin “visâl”e, “te” harfinin de “tâc-ı sâ‘adet”e işaret ettiğini belirtir.  Şaire göre Celvetî yolu şirke düşmez, istikamet yoludur. İtidal üzere hareket eder. Hakk’a vasıl olan müride hilafet layık görülür.  Celvetî müntesipleri tevhid ehlindendir.  Bu yolda aşırı riyazetten sakınmak, Allah’ın nimetlerinden yeterli miktarda istifade etmek gerekir. Çünkü riyazet, Hakk’a kavuşmada esas ittihaz edilmez. Asıl olan Allah’ın fazlıdır. Riyazetle yapılan mücahede insanı yoracağından Allah yolundan koyabilir, Bu yola intisap edenlerin hidayet bulması muhtelif zamanları kapsayabilir. Kimi bir yılda, kimi bir ayda, kimi de bir saatte bu hidayetle şereflenir. Gayet doğru yol olan bu tevhid yolunda giden kul, sevgili bir kuldur.

Şaire göre; şeriat ve tarikat mertebelerini tamamlamadan hakikat ve marifeti elde etmek mümkün değildir. Şeriat ve tarikat müritte birleşince, onun cismi paklaşır. Hakikat ile marifeti kazanınca Allah, onun ruhunu karanlıktan kurtarır. İnsanların ayıplarına kesinlikle bakmamak lazımdır. Başkalarını tahkir etmemek gerekir. Kendimizi kötü, başkalarını iyi bilmeli, şayet onları tahkir etmişsek ellerini öpmeli, helallik almalıyız. Şair; kişinin kendi ayıplarını görmesinin, ayıplarını keşfetmesinin, yeri ve göğü keşfetmekten daha faziletli olduğunu söylemektedir. Onun için keşif ve kerametten daha önemli olan, şeriata uygunluktur. Tecellî ve fenâ mertebesini elde etmek isteyen derviş için tevekkülün şart olduğunu dile getiren şaire göre, her işte Allah’a başvurmak gerekir, kulun kapısına gitmek, uygun bir davranış değildir.

Şair Rızâyî, eserlerinde insan fıtratıyla paralel olarak Allah’a giden birçok yol olabileceğini söyleyerek on iki tarikat ismi saymıştır. Hüdâyî’nin sözlerinden alıntılar yaparak Celvetîlik ve Halvetîlik arasında çok ciddi ayrılıklar olmadığını, özünde her iki yolun bir olduğunu belirtmektedir. Bu farklılığı, hacca giden kişilerin bazılarının deniz yolunu, bazılarınınsa kara yolunu kullanmasına benzetir. Bu bilgiler, Rızâyî’nin mutaassıp olmadığını ve bütün tarikatlara karşı saygılı olduğunu göstermektedir. Eserlerine sinmiş olan Allah aşkı, günahlardan tir tir titremesi, akıbet endişesi, son nefeste imanla gitmek arzusu, günahlarının affedilme temennisi, cennetle ödüllendirilme isteği, şairi münâcât ve tevhid edalı bir söyleyişe itmektedir. Hemen hemen her manzumesinin sonunda veya başında onu bu söyleyişe iten endişe ve elemin izlerine rastlanmaktadır.

Rızâyî’nin eserlerinde en dikkat çeken özelliklerinden birisi de ciddi bir Peygamber âşığı oluşudur. Her ne kadar Osmanlı şairlerinin genelinde görülen bir gelenek olsa da onun her manzumesine veya mensur eserine Peygamberimize salavatla başlaması, farklı bir temenninin işaretidir. O, Hz. Peygamber ve şeyhi Hüdâyî’yle cennette birlikteliği arzulamaktadır. Peygamberimizin şefaatini elde etmek için Hüdâyî’nin vesile olacağını sık sık belirtir. Eserlerini kaleme almasındaki nihai gayenin, Allah rızasını kazanmak ve amacının, mensubu olduğu tarikat aracılığıyla Hakk’a hizmet olduğunu anladığımız Rızâyî, kanaatimizce Celvetî hassasiyetiyle yazdığı dinî ve tasavvufî eserleriyle her ne kadar devrinin üretken sanatçılarından olsa da dönemin edebiyat tarihçileri olan tezkire yazarları, kendisinden söz etmemişlerdir. Bu açıdan bakıldığında şeyhi Hüdâyî’nin akıbetine uğrayan Rızâyî, manzûmelerinin hiçbirisinde hece veznini kullanmamış, birtakım kusurlar veya aksaklıklar gösterse de dönemin edebî geleneğine uygun olarak aruz vezniyle şiirler yazmıştır. Arapça ve Türkçe menâkıblar kaleme alması, Gülistan’ı Türkçede manzum şerh etmesi, Farsça-Türkçe manzum bir sözlük telif etmesi, seyahatnâme türünde değerlendirilebilecek birden fazla eser tertip etmesi, nasihatnâme olarak kaydedeceğimiz, kadılara öğüt içerikli bir esere imza atması, yine dönemin edebî zevki ve geleneği doğrultusunda Kasîde-i Bürde’yi manzum olarak şerh etmesi ve Hazret-i Ali’nin yüz sözünü nazmen tercüme etmesi çok yönlü edebî kişiliğini göstermekle birlikte ne kadar üretken bir sanatçı olduğunu da ispat etmektedir. Devrine göre iyi bir tahsil almış olan Rızâyî, müderrislik ve kadılıklarda bulunmuş, ilmî ve İslâmî yönü güçlü bir sanatçıdır. Farsçayı bu dilde tercüme yapacak kadar bilen şairin, menakıbnâme konulu iki eserini Arapça olarak kaleme alması, bilim dili Arapçaya ne kadar vakıf olduğunu göstermekle beraber medrese tedrisinden geçmiş bir müellif olduğunu da hatırlatmaktadır. Âlim bir şair olduğunun diğer bir alameti de kadılara öğütler içeren, “Tuhfetü’l-Kudât” adlı manzum bir eser kaleme almasıdır. Eserde şair, İslam hukukuyla alakalı bazı bilgileri manzum olarak zikreder. Derin ilmî bilgisine rağmen, Türkçe kaleme aldığı eserlerinde açık, sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Şairin amacı, sanat yapmak değil, Hüdâyî’yi ve Hüdâyî yolunu anlatmak, Hz. Peygamber’in şefaatine nail olmak, bu hizmetleri karşılığında Allah tarafından affedilmek, cennetle mükâfatlandırılmak, eserlerini okuyanlarca iyi olarak anılmak, dualara dahil edilmek ve yaşadığı tasavvufî neşe ile hazzı paylaşmaktır. Bu nedenle geniş halk kitlesine hitap etmek istemiş ve şeyhi Hüdâyî’nin yolunu takip ederek sade bir dil kullanmıştır. Şiirlerinde uyguladığı aruz kalıpları bile Hüdâyî’ye gösterdiği vefadan ve bağlılıktan izler taşımaktadır. Hüdâyî’nin edebî ve tasavvufî şahsiyeti hakkında yapılan yorumları okuyup incelediğimizde; birkaç farklılık müstesna hemen hemen aynı değerlendirmelerin Rızâyî için de yapılabileceğini görmekteyiz. Bu da göstermektedir ki Hasan Rızâyî Efendi, Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin en sadık takipçilerindendir. Tasavvufî görüşlerini paylaşırken, sanat onun için ancak bir vasıtadır. Muğlak ifadelerden şiddetle kaçınmakta, şeriat dışına çıkmamak için azami gayret sarf etmektedir. Tasavvufî girift meseleleri nazara vermek yerine namaz, oruç, tesbih, zikir, tövbe, “evrâd ü ezkâr” gibi konulara dikkat çekmiştir. Düşündüğünü hemen ifade etmiş, samimi, içten ve doğal bir üslubu benimsemiştir. Rızâyî, şiirlerini beyitler şeklinde yazmış, kıt’a, musammat ve müseddes örnekleri de vermiştir. Daha çok mesnevi, kıt‘a ve gazel nazım biçimlerini kullanmıştır. Rızâyî’nin şiiriyle nesrinin zengin ve başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Manzumelerinde gerek kafiye gerekse söyleyiş tekniği bakımından bazı eksiklikler göze çarpar. Şekle önem vermeyen şairin eserlerinde zengin bir içeriğe sahip olduğu da söylenemez. Ancak samimi ve içten söyleyişi, şekil ve muhteva kusurlarına yoğunlaşmamızı engeller. Şiirlerinde belirleyici unsur, nazım şekillerinden daha çok konularıdır. Hasan Rızâyî, eser yazmakta ideali olan bir sanatçıdır. Kusurlara imza atmış sanatçı kimliğine sahip olsa da eserleri ve bilhassa da şiirleri incelendiğinde içten, samimi ve yapmacıksız olduğu görülecektir.

KAYNAKÇA

  • Abdü’l-kâdir b. Mahmûd b. Ahmed b. Ömer b. İsa b. Şemsü’d-dîn el-Osmânî (yty). Risâlet-i Su’al-i Fıkıh ve Cevâbihâ. Muhammed Hoca Şah b. Seyyid Hasan el-Aksarâyî [müstensih]. Konya Karatay Yusuf Ağa Kütüphanesi: 42 Yu 7018/2.
  • Akkuş, M., A. Yılmaz (2006). Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C. 3. İstanbul: Kitabevi Yay.
  • Aksarâyî Hâcı Efendioğlu Rızâyî (yty.). Tuhfetü’l-Kudât. Ankara Milli Kütüphane 03 Gedik [Afyon Gedik Ahmet Paşa]: No. 17982/2.
  • Aksarâylı Abdu’r-rahmân Efendizâde es-Seyyid Hasan Rızâyî (yty.). Miftâhu’s-Sa‘âde Kasîde-i Bürde’nin Nazmen Şerhi ve Tercemesi. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Nadir Eserler Koleksiyonu: No. 3910.
  • Bağdatlı İsmail Paşa (1951). Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Mü’ellifîn ve Âsârü’l-Musannifîn. tashih: İnal, M. Kemal,  A. Aktuç. C. 1. İstanbul: Milli Eğitim Bas.
  • Bağdatlı İsmail Paşa (1972). Keşfü’z-Zünûn Zeyli Îzâhu’l-Meknûn Fî Ez-Zeyli ‘Alâ Keşfü’z-Zünûn ‘An-Esâmî el-Kütûbi ve’l-Fünûn. tashih: Yaltkaya, Ş., Muallim Kilisli R. Bilge. C. 2. İstanbul: Milli Eğitim Bas.
  • Boyraz, Ş. (2010). “12 Hayvanlı Türk Takvimi ve Kehanet”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi (3/14): 148-167.
  • Bursalı Mehmed Tahir (2009). Osmanlı Müellifleri I-III. haz. Tatcı, M., C. Kurnaz. Bursalı Mehmed Tahir Osmanlı Müellifleri I-III ve Ahmed Remzi Akyürek Miftâhu’l-Kütüb Ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi. C.1, Ankara: Bizim Büro Yay.
  • Cankurt, H. (2012). “Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî ve ‘Tuhfetü’l-Kudât’ Adındaki Manzûm Eseri”. İstanbul Kültür Üniversitesi TUDOK  IV. Uluslararası Türk Dili Ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi Bildiriler Kitabı: 219-226.
  • Cankurt, H. (2014). Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî Hayatı, Sanatı, Eserleri ve “Miftâhu’s-Sa‘âde” Adlı Manzûm Kasîde-i Bürde Şerhi. Yüksek Lisans Tezi. Manisa: Celal Bayar Üniversitesi.
  • Cankurt, H. (2015). Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî Hayatı, Sanatı, Eserleri ve “Miftâhu’s-Sa‘âde” Adlı Manzûm Kasîde-i Bürde Şerhi. Birinci Baskı. Ankara: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Kültür Yay.
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Mahmûdiyye Fî-Menâkıbı Ricâli’l-Bilâd (Rızâyî)”. Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/[Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Nüzhetü’l-Ebrâr El-Muttali‘ Li-Esrâri’l-Gaffâr/Nüzhetü’l-Ebrâr Min-Ehli’l-Esrâr (Rızâyî)”. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/[Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Şerh-i Tecelliyyât-ı Ehl-i Cennet Efendi (Rızâyî)”. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/ [Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn/Menâkıb-ı Hüdâyî (Rızâyî)”. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/[Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Tuhfetü’l-Kudât (Rızâyî)”. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/[Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (07.04.2022). “Tuhfetü’l-Menâzil Fi’l-Menâsik (Rızâyî)”. Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. http://tees.yesevi.edu.tr/[Erişim Tarihi: 11.04.2022]
  • Cankurt, M. H. (2012). Peygamber Aşkının Zirvesi Miftâhu’s-Sa‘âde (Mutluluk Anahtarı)-Manzûm Kasîde-i Bürde Şerhi. Ankara: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Kültür Yayınları-25.
  • Cankurt, M. H. (2021). “Nüzhetü’l-Ebrâr’ın Aksaray Kültür Tarihi Açısından Önemi”. VI. Uluslararası Aksaray Sempozyumu (27-28 Ekim 2021) Tam Metin Kitabı: 65-91.
  • Cankurt, M. H. (2021). Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn (Azîz Mahmûd Hüdâyî Menâkıbnâmesi) Metin-İnceleme-Sözlük-Dizin. Ankara: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Kültür Yayınları-24.
  • Ceyhan, Â. (2006). Türk Edebiyatı’nda Hazret-i Ali Vecizeleri. Ankara: Öncü Kitap.
  • Ceyhan, A. (2019).  “Aksaraylı Hasan Rızâî’nin Sad-Kelime-i Alî Tercümesi”, C. 6. Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi (16): 371-400.
  • Coşkun, M. (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyn’i. 1. Baskı. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
  • Çağırıcı, M. (2006). “Hasan Rızâyî ve Tezkiretü’s-Sâlikîn ile Mahmûdiye Adlı Eserleri Tahkîk ve Değerlendirilmesi”. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi.
  • Çelik, A. (2015).  “Hasan Rızâyî’nin “Cûy-ı Rahmet” Adlı Gülistân Tercümesi”. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. Yıl: 2015. Sayı: 33: 211-216.
  • Çelik, A. (2016).  “Aksaraylı Hasan Rızâyî’nin Nazm-ı Ahkâm-ı Sâl-i Türkân Adlı Eseri”. I. Uluslararası Aksaray Sempozyumu (Kültür, Tarih, Din, Medeniyet) Tam Metin Kitabı: 67-84.
  • Çelik, A. (2017).  “Özgün Bir Manzum Şerh Örneği: Hasan Rızâyî’nin Cûy-ı Rahmet Adlı Manzum Gülistân Şerhi”. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 38: 240-255.
  • Çelik, A. (2017). “Hasan Rızâyî’nin Cûy-ı Rahmet Adlı Manzum Gülistân Şerhinde Ayet ve Hadis İktibasları”. SUTAD. Güz (42): 303-323.
  • Çelik, A. (2017). “Şem‘î’nin Şerh-i Gülistân’ı ile Hasan Rızâyî’nin Cûy-ı Rahmet Adlı Gülistân Şerhinin Mukayesesi”. Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. 12/22: 255-272.
  • Çelik, A. (2017). Klasik Türk Edebiyatında Gülistân ve Hasan Rızâyî’nin ‘Cûy-ı Rahmet’ Adlı Manzum Gülistân Şerhi (İnceleme-Metin) Konya: Palet Yay.
  • Çelik, A. (2017). Türk Edebiyatında “Gülistan” ve Hasan Rızâyî’nin “Cûy-ı Rahmet” Adlı Manzûm Gülistan Şerhi (İnceleme-Metin). Doktora Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.
  • Eken, R. (2016). “Hasan Rızâyî’nin Kân-ı Ma’ânî Adlı Manzum Farsça-Türkçe Sözlüğü”. Yüksek Lisans Tezi. Şanlıurfa: Harran Üniversitesi.
  • Ekici, H. (2019). “Hasan Rızâyî’nin Kân-ı Ma‘ânî Adlı Eserinde Sosyal Hayat Unsurları”. IV. Uluslararası Aksaray Sempozyumu (24-26 Ekim 2019) Tam Metin Kitabı: 51-70.
  • el-Müfessir el-Muhaddis İsmâ’îl bin Muhammed el-‘Aclûnî el-Cerrâhî (1421). Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs ʿamme’ştehere mine’l-ehâdîs ʿalâ elsineti’n-nâs. Eş-Şeyh Yûsuf bin Mahmûd el-Hâc Ahmed (tahkik). C. 1. Dımaşk: Mektebetü’l-‘İlmi’l-Hadîs.
  • Erdoğan, K., H. Cankurt (2013). Fenâyî  Ehl-i Cennet Efendi,  “Tecelliyât” Adlı Arapça Eseri  Ve Tecelliyât’a  Hasan Rızâyî El-Aksarâyî  Tarafından Yapılan Manzûm-Mensûr  Türkçe Tercüme/Şerh Üzerine”. Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic (8/4): 783-816.
  • Ertan, M. Emin (2006). “Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Edebî Şahsiyeti”, Uluslararası Aziz Mahmûd Hüdâyî Sempozyumu (23-25 Mayıs 2005) Bildiriler. C. I-II: 449-463.
  • Eşrefoğlu Rûmî (1972). Müzekkin Nüfûs. tanzim: Nedim Duru. İstanbul: Salah Bilici Yayınları.
  • Evliyâ Çelebi (1999). Seyahatnâme. haz. Kahraman, S. Ali, Y. Dağlı. 1. Baskı. C. 3. İstanbul: Yapı Kültür Sanat Yay.
  • Hâcı Efendizâde es-Seyyid Hasan Aksarâyî (yty.), Miftâhu’s-Sa‘âde. Köprülü Kütüphanesi Mehmet Asım Bey [Micro Film-Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi]: No. 406. (Kütüphanede şairin ismi sehven Hüseyin olarak verilmiştir.).
  • Hacı Efendizâde Seyyid Hasan Rızâî (yty.). Sad-Kelime-i ‘Alî Tercemesi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanesinde İsmail Saib I: No. 5266.
  • Hasan b. Abdurrahman Aksarâyî (Hasan Rızâî Efendi) (yty.). Nazm-ı Tecelliyât-ı Hazret-i Hüdâyî. İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi (Selimiye Ktp.), No. 62.
  • Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (Hasan Rızâyî Efendi) (yty.). Mahmûdiyye fî-Menâkıbı Ricâli’l-Bilâd. İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi (Selimiye Yazmaları): No. 66.
  • Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (Hasan Rızâyî Efendi) (yty.). Nüzhetü’l-Ebrâr el-Muttali’ li-Esrâri’l-Gaffâr (Nüzhetü’l-Ebrâr min Ehli’l-Esrâr). İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi (Selimiye Yazmaları): No. 65.
  • Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (Hasan Rızâyî Efendi) (yty.). Tezkiretü’s-Sâlikîn (Menâkıb-ı Hüdâyî). İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi (Selimiye Yazmaları): No. 64.
  • Hasan Rızâî (yty.). Kadılık Merkezlerine Dair Bir Defter [İlâhiyyât-sehven]. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi İbnülemin: No. 2928.
  • Hasan Rızâyî b. Abdurrahmân (yty.). Cûy-ı Rahmet (Gülistân Şerhi. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi: No. 869.
  • Hasan Rızâyî b. Abdurrahmân el-Aksarâyî (yty.).  Kâfî Meânî [Kân-ı Me‘ânî]. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Prof. Dr. Halil İnalcık Kütüphanesi Ankara Üniversitesi Yazma Eserler Kataloğu Mustafa Con: A 156.
  • Hasan Rızâyî b. Abdurrahmân el-Aksarâyî (yty.). Tuhfetü’l-Menâzil Fi’l-Menâsik. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Prof. Dr. Halil İnalcık Kütüphanesi Ankara Üniversitesi Yazma Eserler Kataloğu: A 249/III.
  • Hekîm Nidâî (2020). Dürr-i Manzûm Yeni Bir Nüshası Üzerine Tıp, Dil ve Edebiyat İncelemesi. haz. Akça, A. Semra Demir, G. Banu Duman, M. Turan. Ankara: Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Yay.
  • İlm-i Ferâiz (müellif belli değil /yty). Muhammed Hoca Şah b. Seyyid Hasan el-Aksarâyî [müstensih]. Konya Karatay Yusuf Ağa Kütüphanesi: No. 42 Yu 7018/3.
  • İnalcık, H. (1999). Hüsrev Paşa. İslâm Ansiklopedisi. (Cilt. 19, ss. 37-40).  İstanbul: TDV Yay.
  • Karayazı, N. (2013). Yârî Dîvânı Ahmed Yârî (17. Yüzyıl). 1. Baskı. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yay.
  • Kolektif (1959). İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu. II. Cilt, XVII. Asır. İstanbul: Maarif Bas.
  • Kolektif (1990). Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler. C. 7. İstanbul: Dergâh Yay.
  • Kolektif (2002-2007). Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi. C. VII. Ankara: AKM Yay.
  • Konyalı, İ. Hakkı (1974).  Âbideleri ve Kitâbeleri ile Niğde-Aksaray Tarihi. C. 1. İstanbul: Fatih Yay. 
  • Millet Kütüphanesi Ali Emiri Manzum Eserler 545 Numaralı Mecmua.
  • Müstakîm-zâde Süleyman Sa‘deddîn Efendi (2000). Mecelletü’n-nisâb fi’n-niseb ve’l-kuna ve’l-elkâb. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
  • Rıdâî Hasan b. Abdurrahmân (yty.). Miftâhu’s-Sa‘âde (Şerh-i Kasîde-i Bürde). Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi: No. 3705.
  • Rızâ’î Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (yty.). Kân-ı Me‘ânî (Kitâb-ı Tuhfe-i Rızâyî). Bosna Hersek Gazi Hüsrev Kütüphanesi Türkçe Yazmaları: R-1871.
  • Rızâ’î Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (yty.). Kân-ı Me‘ânî (Kitâb-ı Tuhfe-i Rızâyî). Manisa İl Halk Kütüphanesi: 45 Ak Ze 184/1.  
  • Rızâ’î Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (yty.). Kân-ı Me‘ânî (Kitâb-ı Tuhfe-i Rızâyî). İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi: TY 579.
  • Rızâ’î Hasan b. Abdurrahmân Aksarâyî (yty.). Kân-ı Me‘ânî (Kitâb-ı Tuhfe-i Rızâyî). Manisa İl Halk Kütüphanesi: 45 Hk 2717.
  • Rızâî Hasan b. Abdu’r-rahmân Aksarâyî (yty.). Tezkiretü’s-Sâlikîn ve Risâletü’n-Nâdimîn. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Türkçe Yazmaları: No. 41.
  • Rızâî Hasan Efendi (yty.). Rızâyî’nin Şiirleri (Divan). Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi: No. 3347.
  • Rızâyî-i Aksarâyî (yty.). Nazm-ı Ahkâm-ı Sâl-i Türkân. Süleymaniye Kütüphanesi Fatih: No. 3428.
  • Seyyid Hasan Aksarâyî (yty.). Miftâhu’s-Sa‘âdet Şerh u Nazmü’l-Kasîdeti’l-Bürde. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Nadir Eserler Koleksiyonu [Mecmua içinde]: No. 3337.
  • Seyyid Hasan el-Aksarâyî (yty.). Miftâhu’s-Sa‘âdet. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi İbn-i Mirza: No. 201.
  • Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî (yty.). Hac Konulu Manzûme ve Diğer Manzûmeler. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Bağdatlı Vehbi: No. 561.
  • Seyyid Hasan Rızâyî el-Aksarâyî (yty.). Tecelliyât-ı Hüdâyî’nin Nazmen Şerhi. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi: No. 3347.
  • Seyyid Hasan Rızâyî ibn-i Abdurrahmân (yty.). Kasîde-i Bürde Tercemesi Miftâhu’s-Sa‘âde, Milli Kütüphane: 06 Mil. Yz. A. 2549.
  • Şahin, İ. (1989). Aksaray. İslam Ansiklopedisi. (Cilt. 2, ss. 291-292). İstanbul: TDV Yay.
  • Tatcı, M., M. Yıldız (2005). Aziz Mahmûd Hüdâyî Dîvân-ı İlâhiyyât Tıpkıbasım ve Çeviriyazı. İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı.
  • Temel, E. (2020). Aksaray Kenti Klasik Eğitim Kurumları XVIII-XIX. Yüzyıllar Arası. Aksaray: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Kültür Yay.
  • Tuman, M. Nail (2001). Tuhfe-i Nâilî. haz. Kurnaz, C., M. Tatcı. Divan Şairlerinin Muhtasar Biyografileri. C. 2. Ankara: Bizim Büro Yay.
  • Turan, M. (2012). “Hasan Rızâyî ve Kân-ı Ma’ânî İsimli Manzûm Sözlüğü”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic (7/4): 2939-2992.
  • Turan, M. (2018). “XVII. Yüzyıl Aksaraylı Divan Şairlerinden Hasan Rızâyî’nin Tezkiretü’s-Sâlikîn İsimli Eserinde Aziz Mahmûd Hüdâyî Etkisi”. III. Uluslararası Aksaray Sempozyumu (25-27 Ekim 2018) Tam Metin Kitabı: 320-331.
  • Turan, M. (2020). “Kân-ı Ma‘ânî’nin Yeni Bir Nüshası”. V. Uluslararası Aksaray Sempozyumu (03-04 Kasım 2020) Tam Metin Kitabı: 84-96.
  • Türk Tarih Kurumu Tarih Çevirme Kılavuzu. 11.04.2022 tarihinde https://www.ttk.gov.tr/tarih-cevirme-kilavuzu/ adresinden alındı.
  • Uçar, H., M. Şen (2017). Hasan Rızâî El-Aksarâyî, Nüzhetü’l-Ebrâr El-Muttali’i Li-Esrâri’l-Ğaffâr. 1. Baskı. Ankara: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay.
  • Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1988). Osmanlı Tarihi. C. 3. 4. Baskı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
  • Yıldız, A. (2010).  Fenâyî Cennet Efendi Divanı. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yay.
  • Yılmaz, H. K. (2011). Azîz Mahmûd Hüdâyî Hayatı, Eserleri, Tarikatı. İstanbul: Erkam Yay.
  • Yılmaz, N. (2001). Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet ve Ulemâ. İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay.
  • Yılmaz, Ö. F. (1999). Belgelerle Osmanlı Tarihi. C. 2. İstanbul: Osmanlı Yay.

Madde Yazım Bilgileri
Yazar: Muhammet H. CANKURT

Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Sûfî Şair, Rızâyî, Hüdâyî, Aksaray.

Manzumelerinden örnekler

“Salavât-ı Şerîfe Müte‘allik Niyâz
[müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün]

Nâr-ı cahîmi ide gül sallû ‘alâ hayri’r-rusül
Söyindürüp eyleye kül sallû ‘alâ hayri’r-rusül

Di salli ve sellem ‘aleyh sende komaya ol ‘aleyh
Kabr içre girüp dime veyh sallû ‘alâ hayri’r-rusül

Her dertlere dermân ola bu vuslat-ı cânân ola
Mahşerde hoş fermân ola sallû ‘alâ hayri’r-rusül

Dilden bırakma bir zamân sırran gerekse ya ‘ayân
Tende iken yine bu cân sallû ‘alâ hayri’r-rusül

Resûlümüz Hayru’l-beşer bizde mukarrer zenb ü şerr
Cürmi giderür ser-te-ser sallû ‘alâ hayri’r-rusül”  (Tezkire, 20a)

Medh-i Seyyid-i Kâ’inât
[fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün]

Bir gül-i bâğ-ı hidâyetdür Muhammed Mustafâ
Sünbül-i kûh-ı ‘inâyetdür Muhammed Mustafâ

Bûy-ı pür-‘ıtrı ile ‘âlem mu‘attardur tamâm
Misk ü ‘anberden ‘ibâretdür Muhammed Mustafâ

Hâk-pâyı kühl-i çeşm-i enbiyâ vü evliyâ
‘Aynı tûtyâ-yı velâyetdür Muhammed Mustafâ

Âdem ü Havvâ’nuñ oldı ‘özri bunuñçün kabûl
Soñra geldi ol bidâyetdür Muhammed Mustafâ

Eyledi cism-i latîfi ile mi‘râcı o şâh
Merd-i meydân-ı sadâkatdür Muhammed Mustafâ

Yeryüzine gölgesi düşmezdi cümle nûr idi
‘Âleme sâye-i rahmetdür Muhammed Mustafâ

Rûh-ı pâkine Rızâyî virelüm gel çok selâm
Hak budur kân-ı şefâ‘atdür Muhammed Mustafâ”  (Tezkire, 21b)

“Medh-i Seyyidü’s-Sekaleyn
[mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe‘ûlün]

Eyâ mahbûb-ı Hak mevdûd-ı Mevlâ
Muhammed Ahmed ü Mahmûd-ı esmâ

Musaffâ Mustafâ’dur fahr-ı ‘âlem
Habîb-i Hak’dur ol yok andan a‘lâ

Anı sevdi yaratdı Zât-ı Mutlak
Ki oldur cümleden mergûb-ı evlâ

Anuñ hürmetine hep oldı zâhir
Eger dünyâ vü mâfîhâ ki hakkâ

Cemî‘-i enbiyâ ser-tâcıdur ol
İderler ümmet olmagı temennâ

Cemâl-i pertevi gâyetde enver
Ziyâda andan özge yok musaffâ

Olupdur hâdimi Cibrîl ol dem
Makâmı kâbe kavseyni ev ednâ

Süvâr-ı refref olup itdi ‘azmi
İdüp Mi‘râc’ı dünyâda temâşâ

İdindi kıble hâk-pâyini ‘arş
Anuñçün kadri ‘âlî vü mu‘allâ

Mu‘attal oldı cümle dîn-i bâtıl
Olur şer‘i cihân durdukça icrâ

İki pâre idüpdür mâhı ol dem
Hilâl barmakları idince îmâ

Yere geçdi kamu deyr ü kilîsâ
Müşerref oldugı gice bu dünyâ

Hızır buldı hayât-ı câvidânı
Semâyı itdi ‘Îsâ cây ü me’vâ

Ki havzuñdan birer katre içüpdür
Anuñçün haşre dek buldılar ihyâ

İner ‘Îsâ bu yire emr-i Hak’la
Olur ümmet ider şer‘iñi icrâ

Livâ-yı hamdı hâmil yine sensün
Anuñ tahtındadır Âdem’le Havvâ

Mukarrerdür şefâ‘at kânı sensün
Muharrik halka-i Firdevs-i a‘lâ

Fakîr ile girersin cennet içre
Tevâzu‘ ehlisin dünyâ vü ‘ukbâ

Habîbüm eyle bize de şefâ‘at
Senüñ ‘abd-ı fakîrüñ işbu ednâ

Hudâ yanında olduñ böyle memdûh
Dinildi Mustafâ dünyâ vü uhrâ

Hakîkat üzre kadriñi bilenden
İde Hakk itmeye bunlardan a‘mâ

Basîret gözimüz ide küşâde
Be-hakkın sûre-i Yâsîn ü Tâhâ

Rızâyî’nüñ ne haddi medhüñ itmek
Salavâtı getürse hoş ne ra‘nâ

Ola yüz biñ selâm rûhına anuñ
Tamâm olınca sultânum bu dünyâ

Rızâyî derd-mendüñ zâdı yokdur
Fakîrâne bu tuhfe oldı ihdâ”  (Tezkire, 20a-21a)

[müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün]

“Şâm ü seher dilden koma estağfiru’llâhe’l-‘azîm
Zîrâ irişmezdüm deme estağfiru’llâhe’l-‘azîm

Kuluñ işi sehv ü hatâ olmaz cürmden ol rehâ
Gel di hemân subh u mesâ estağfiru’llâhe’l-‘azîm

Mevlâmuz eyler rahmeti şânına lâyık bu katı
Geçürme vakti sâ‘ati estağfiru’llâhe’l-‘azîm

Elbette kul tevbeyi sır olma yine aña musırr
Rahmete ısrârdur muzırr estağfiru’llâhe’l-‘azîm

Cehd it Rızâyî cân-ile ‘ahdi sayma cânân-ile
Göndere Hakk îmân-ile ide müyesser ol Kerîm”  (Tezkire, 23b)

[fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün]

“Münkir olma i‘tikâd it cümle ehlu’llâha gel
Hakk’ı bir bilüp ‘ibâdet idegör Allâh’a gel

Tevbe suyın kara yüze ur ide Mevlâ beyâz
İşbu vech-ile hemân sa‘y eyle bâbu’llâha gel

Gıybet ü kizb (ü) mesâvîden diliñi pek sakın
Kesret (ü) vahdetde mu‘tâd eyle zikru’llâha gel

Nefsiñi bil Rabb’iñi bul her ehilden al sebak
Ezber it cümle sıfât-ı Hakk’ı zâtu’llâha gel

Ey Rızâyî cümle mahlûkât delîldür zâtına
Ravzaya yüzüñ sür evvel soñra Beytu’llâha gel” (Tezkire, 33b)

[müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün]

“Hak’dan hidâyet isteyen gelsün Hüdâyî yolına
‘Avn ü ‘inâyet isteyen gelsün Hüdâyî yolına

Âdâb-iledür sohbeti yerinde farzı sünneti
Hak’dan iden ümniyyeti gelsün Hüdâyî yolına

Şaşmaya bu yola giden yorulmaya cân-ile ten
Menzile irmek dileyen gelsün Hüdâyî yolına

İlhâdı yokdur bu yoluñ bu lutfa şükr ide dilüñ
Mevlâ’yı isteyen bilüñ gelsün Hüdâyî yolına

Budur Rızâyî’nüñ yolı Hüdâyî’nüñ ednâ kulı
Dost gülşeninüñ bülbüli gelsün Hüdâyî yolına” (Tezkire, 24a-24b)

“Fî-Beyân-ı Nasîhat-ı Merhûm 
[mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe‘ûlün]

“Fakîre eyler idi ol nasîhat
Ben ölem vire Hak sizlere sıhhat

Benüm bu pendümi dirdi kabûl it
Baba virür oğul hayırlı ögüt

Dir idi tagılur bu meclisüm hep
Gider kardaş oğul ana ile eb

Giçen günler dönüp bir dahı gelmez
Cihânda kimse hod kimseye kalmaz

Hemân ‘âdet ide gör hüsn-i hâli
Geçir eylükler ile mâhı sâli

Düriş ‘ilme kemâle gâfil olma
Kimesnenüñ sakın ‘aybına gülme

Kazâda kimseye itme cefâyı
Vire Hak zâhir u bâtın safâyı

Sakın bir demde sen Hakk’ı unutma
Alup nâ-hak ki bâtılı ḥak itme

Te’ennî eyle gâyetde kazâda
Rızâyî ol berekât-ı rızâda

Tama‘ itme tama‘ ehli zelîldür
Ki zelle men tama‘  buña delîldür

‘Azîz oldı kamu ehl-i kanâ‘at
Kanâ‘at ehlidür ehl-i hidâyet

Mu‘înüñ ola Hak dünyâ vü ‘ukbâ
Budur dir idi Mevlâ’dan temennâ”  (Tezkire, 15b-16a)

“fî-Beyân-ı Zikr-i Hüsn-i Hâl-i Merhûm
[mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe‘ûlün]

Kimesne hâtırın itmezdi mugber
İderdi hayrı kâdir olsa ekser

Fakîre dervîşe iderdi ihsân
Husûsan bî-kes ol tul ola nisvân

Neye kâdir ise ihsân iderdi
Niçe ma‘sûmları handân iderdi

Anuñ kârı idi her bir kazâda
Şey alup meyli itmezdi fesâda

Hamâ’da kâdî iken Hacc’a gitdi
Dirüp çatup idüp ol cehd ü ciddi

Dir idi nâgehân irişe ecel
Emel def’ idemez dirse beri gel

Resûl’i idelüm irken ziyâret
Konaydı başımuza bu sa‘âdet

Varup ṣıhhatle geldi Aksarây’a
Du‘â eyler idi ehl-i Hamâ’ya

Didi hîn-i vedâ‘ itdüm ziyâret
Resûl’üñ Ravza’sın ber-vech-i ‘âdet

O hâlde eyledüm birez niyâzı
Didüm ey dertli kullar çâre-sâzı

Benüm kalsa revâ bu yerde hâküm
Ki zeynden ârî degül işbu hâküm

Öleyin olayın bu yerde ben hâk
Bu hâk-pâyüñ eylerdi beni pâk

Kara yüzümle geldüm hâk-pâye
Şefâ‘ât eyle Habîb’üm Hudâ’ya

Beni red eyleme ölmek murâdum
Fakîrüm hayr-ile yok elde zâdum

Tazarru‘ eyledüm gözyaşı dökdüm
Vedâ‘ odı ile kendümi yakdum

Gidersem sıhhat ile Aksarây’a
Düşerüm yine telvîs-i kazâya

Bu hâlde nevme oldı baña gâlib
Dinildi baña ey ölmege râgıb

Seni bunda getüren Hakk unutmaz
Nire gitseñ seni yoklar unutmaz

Yüri kalma yoluñdan sen yüri var
Yorulma fikre düşme eyleme zâr

Bu hâl-ile uyandum oldum âgâh
Yola düşdüm efendüm iderek âh

Bize böylece merhûm itdi nakli
Hakîkat söz anuñdur dimem ‘aklı

Gelince Hac’dan ol olmadı hâlî
Marazdan pes yakındur intikâli

Du‘âsın eyledi Mevlâ icâbet
Gidüp ‘ukbâya bula istirâhat

İlâhî kabrini sen eyle tevsi‘
Mekânın cennet içre eyle refi‘

Ola nûr-ı hidâyet ile pür-nûr
Hudâ’ya lutfuñ-ile ola magfûr

İderdi herkese lutfı hâlince
Disem incinmedi câ’iz karınca

Begâyet hakkı çokdur üstümüzde
Babalık hakkı ma‘lûm cümlemüzde

Yazarsam vasfuñ haşre dek tâ
Yazamam biñde bir hüsnini hakkâ

Ne çâre gitdi irmez aña çün el
Du‘â eyle bagışla rûhına gel

Derûnumdan çıkar mı hubbı anuñ
Mahabbeti ziyâdedür babanuñ

Olup üstümde bitse niçe otlar
Sararsa çürise yine ol otlar

Yine cümle anuñ hüzn ü gamından
Ki zîrâ tuymadum tatlı feminden”  (Tezkire, 14b-15b)